Kaçtım. Yapma dediklerini bir bir yaptım. Karnımda ağrı, omuzlarım da yük ne buldumsa yaptım türlü hıçkırık yaratan. Sonra soğuttum tüm şehri ve yağmuru yağdırdım ıslansız diye evsizler. Yağmurda yürüdüm, yürüdüm ki görsün herkes ben nasıl bir güneşlik sahibiyim. Ağlattıklarım, ağlatanlarım. İçimi doldurmak isteyip, istemekle kaldığım günlere inat. İç ısınırsın edebiyatı. Ben seninle bir anlaşmanın tarafıydım ama görüyorsun ya topu attım. Başka mahallerde türlü çeşit insan. Haydi koş. Sen bana ait değilsin. Davudun sesi.
Uzağa. Hep istediğim bir kış günü. Alabildiğine soğuk. Üşümüyorum ve gururluyum onunla. İş güç peşinde değilim. Dilencilerden mutlu oluyorum kafam öyle iyi. Uçan balon olmak düşledim bu havaya ama üşüyüp vazgeçtim. Uzaklardan keman sesi mi geldi yoksa ben mi çok teşneyim. Kapılardan sesli geçtim. Adımı büyük ünledim. Gözüm kapalı değildi, yalan! İsteyerek ve bilerek seçtim. Ederi neyse ödedim. Büyük laflar etmeye hiç hazır değildim. Şimdi sadece çayın kokusu. Ah bu kalabalığın sesi. Masaların sesi.
Hep. Çember daralmakta. Başkasının düşleri bizim değildir. Benim hiç değil. Kendimizi kandırmayalım. Annelerimizi hep. Limonata ısmarlayıp yüklüce bir paraya. Yazık. Sıcak bir günde limonatanın yarattığı susuzluğu bilmeyen tanrıya. Şapkaların altından kızlar çıkıyor. Uzun gözlü ve uzak. Ağlayınca daha çekik iki göz. Başarılı bir kaçış nasıl olur. Yazılanları okudum. Bazı diller biliyorum. Uçurtma. Çıta gibi bir avarelik. Kuyruğu jiletli. Banyolar sessiz. Onlar ağlamak için var. Suyun sesi.
Ama. Yine mi yalnızlık geyiği. Sen; bir takım ruslar, oğuz, metin, oldu olacak cevad da gelsin. Yanlış dizildik. Tahtayı enine koymuşuz. Harabe devraldık. Bildiğin pullu filan. Geçmişe özlem olmasın dedi annem. Merak buyurma hanım senin üstüne yaptırdık. Oğlan her renğe boyandı. Olmuyor kani. Du bakalım allah büyük. Dünün üstüne günü çakıp duruyor. Bırakmayacaksın ki yazayım değil mi. Bıkmadın. Duvarında türkiye siyasi haritası olan bir ev. Karın ağrıları. Ellerin buz tutması. Gözün kör olması. Süregiden bir şey yağmur olamaz. Acının gittikçe toklaşan sesi.
Buradayım. Değer verdiğiniz hayallerin peşinde. Becerememek sancısı. Elimden geleni yapamamanın verdiği eziklikle. Bazıları sadece başarılı olurlarsa vardırlar. Midemin kararması bitmiyor. Alnım düşüyor. Bir düzen tutturmadı şu alnım. Soğukta bekleyerim sevgisin ianlatan o adam. Ve sevilmediğini düşünmek için neden aramayan kadın. Çok bile pişmişiz. Yine buradayım işte. Sözde sürekli batıya doğru gidecektim. Doğu ormanlarında kel bir tanrı yaşıyormuş ve gün içinde üç kez uyanıyormuş dediler. İnandım. Tohtamışın sesi.
Sinema gibi, bireysel trajedilere ilişkin en “katı gerçekçi” öykülerden en “aklı havada” bilim-kurgu serüvenlerine kadar, izleyicisine her ne anlatırsa anlatsın anlattığı şeylerin merkezinde mutlaka “insan” ve “hayat” bulunan bir sanat dalı, istese bile “insan hakları” gibi çok önemli bir konu başlığını es geçemezdi.
Nitekim geçmedi de… Dahası, es geçmek şöyle dursun, belki de en değerli yapıtlarını bu alanda vererek, zaman içinde “endüstri ürünü” ve “kitlesel eğlence aracı” kimliğinden sıyrılıp adım adım gerçek bir sanat dalına dönüşmesini de yine “insan hakları” temalı filmlere borçludur sinema…
Sinema tarihi, film teknolojisinin belkemiği konumundaki ilk kaydedici ve gösterici cihazları icat eden Lumiere Kardeşler'in (ki bu hayâl gücü geniş adamların Fransızcada “ışık” anlamına gelen mânidar soyadları da aklıma her zaman “kader” olgusunu getiren müthiş bir ilahî ironidir) 28 Aralık 1895 tarihinde, Paris'teki Grand Cafe'nin bodrumunda düzenledikleri ilk biletli kısa film gösterileriyle başlar. Yani, 2008'e kadarki tarihsel süreçte, dünyanın dört köşesinde çekilmiş yüzbinlerce filmle bezeli bir 113 yıldan söz ediyoruz.
Mazlumder'deki dostlar, benden “insan hakları” temalı filmlerle ilgili olarak böyle bir yazı istediklerinde, geniş bir arşiv araştırması ve özenli bir seçme gerektiren bu türden bütün yazılarda olduğu gibi, içimi bir kez daha sıkıntı bastı. Bu da sinema yazısı hazırlamaktan dolayı değil, “klasikleşmiş filmlere karşı hakkaniyetli olma” çabasının doğurduğu bir sıkıntı duygusuydu aslında…
Sinema tarihi, “insan hakları” konulu filmler noktasında o kadar bereketli, o kadar muhteşem örneklerle dolu ki, bunlardan birini alıp üzerinde durduğunuzda ya da onu sınırlı sayıdaki bir seçkiye dahil ettiğinizde, ister istemez bir başkasına haksızlık etmiş oluyorsunuz. Bütün iyi filmlerin altalta sıralandığı gerçek bir arşiv taraması içinse hem çok uzun bir süre, hem de bu derginin en az yarısı kadar bir alana ihtiyaç var.
O yüzden, ben de bana ayrılan sayfaların boyutunu dikkate alarak, gözümde ve gönlümde en güçlü biçimde iz bırakmış filmlerden oluşan, dozunda bir arşiv gezisinin sonuçlarını paylaşmak istiyorum sizlerle…
Hakkını yememek lazım; Amerikan sineması bu sanat dalının kurucusu ve en güçlü temsilcisi olarak ürettiği filmlerde çoğu kez “faşizmin” dikâlâsını sergilediği gibi, canı istediğinde ya da yapım sermayesi vicdan sahibi bir yönetmenin eline geçtiğinde ise “insana dair öyküler”in en güzellerini anlatmakta hep bir başka mahir olmuştur. O yüzden, her seçki gibi bu seçkide de pastanın en iri dilimini ister istemez Hollywood'dan gelen filmler alıyor.
Amerikan sinemasının, 1776 yılında kurulan bu ülkede 232 yıldır Anayasal bir hak konumundaki “konuşma ve ifade özgürlüğü”nün doğal bir uzantısı olarak, sistem eleştirisi yapan filmler çekme noktasında dikkate değer bir başarısı var. Sistemle sorunları olanların ya da öfkeli muhaliflerin gazını almak gibi önemli bir rol üstlenen bu filmlerdeki özgürlükçü ton, kim ne derse dersin, ABD'nin dünya çapındaki büyüsünü de ayakta tutmaya çok ciddi katkılarda bulunuyor.
Sözgelimi, insan hakları temalı filmlerin dikkate değer bir alt kümesini oluşturan “mahkeme ve cezaevi dramaları”…
Bu daldaki hatıralarımı hallaç pamuğu gibi karıştırdığımda, aklıma hemen Fransız kürek mahkûmu Henry Charriere'nin -işlemediği bir suçtan dolayı- Fransız Guyanası'ndaki Şeytan Adası'nda çektiği çileleri anlatan o unutulmaz “Kelebek” (1973) geliyor. Ardından da bir mahkûmun elinde kalan son insanî değer olan “merhamet” duygusunu, hücresinin penceresinden içeri giren küçücük bir kuşa aksettirdiği “Alcatraz Kuşçusu” (1962)… Daha yakın tarihlerden ise İngiltere'deki ayrılıkçı IRA hareketinin merkezî otorite tarafından ne tür hukuksal facialar pahasına cezalandırıldığının çarpıcı bir dille gözler önüne serildiği, öyküsünü de gerçek bir olaydan alan “Babam İçin”i (1994) atlamamak gerekiyor.
“Mahkeme ve cezaevi dramları”nı beyazperdeye tarafsız bir gözle yansıtmakta son derece başarılı olan Hollywood, aynı özeleştiri kabiliyetini savaş filmleri, özellikle Vietnam Savaşı'nı anlatan filmlerde de pek çok kez göstermiştir. Amerikan halkının 'gerçekte bütün bir dünyanın) kollektif bilincinde kolay kolay kapanmayacak derinlikte yaralar açan Vietnam serüveni, daha doğrusu “intiharı”, özelikle 70'ler ve 80'lerde birbiri ardına pek çok savaş karşıtı filme konu oldu. 1976 yapımı “Eve Dönüş” ve 1989 yapımı “Savaş Günahları”, hemen aklıma gelen iki güzel örnek olarak sinema tarihi içinde ayrıcalıklı birer konuma sahipler. Öte yandan, 1'inci ve 2'nci dünya savaşları ve halen devam edegelen Irak işgali de sinema tarihine birbirinden değerli bazı “barışçıl” filmler kazandıran kanlı askerî deneyimler arasında yer almakta… Farklı tarihlerde İki kez çekilen “Batı Cephesinde Yeni Birşey Yok” (1930 ve 1979), usta yönetmen Stanley Kubrick'in sinemadaki doğuşunu müjdeleyen ve Fransa'da yıllar yılı yasaklı kalan “Zafer Yolları” (1957), daha yakınlardan ise Irak Savaşı'ndaki emperyalist hesapları bütün çıplaklığıyla gözler önüne seren yürek yakıcı Michael Moore belgeseli “Fahrenheit 9/11”, Brian de Palma'nın Amerikan askerleri tarafından Irak'ın işgali sırasında sergilenen vahşet ve ahlâksızlıkları anlattığı yarı-belgesel tarzdaki “Düzeltilmiş Bilgi” (2007) ve geçen yılın en önemli filmlerinden “Tanrının Vadisinde” de bu türün saygıya değer örnekleri arasında ilk anda aklıma gelenlerden yalnızca bir kaçı…
Öte yandan, Türk sineması da yakın geçmişinde, daha çok Yılmaz Güney adıyla birlikte anılan, “insan hakları” temalı pek çok önemli yapıta imza attı. Güney'in -1970 sonrası- olgunluk dönemi ürünleri arasında yer alan “Umut”, “Baba”, “Arkadaş”, “Sürü”, “Yol” ve “Duvar”, bazen doğrudan, bazen de dolaylı olarak hep insan hakları ana temasının çevresinde dönen senaryolara sahip filmlerdi. Bunların yanısıra, Tunç Okan'ın 1976'da çektiği ırkçılık karşıtı bir başyapıt olan “Otobüs”ü de anılan bağlamda çok değerli bir film olarak anmak gerekir.
Sinemacılar “insan hakları” üzerine filmler çekmeye giriştiklerinde, dünyanın o an içinde bulunduğu konjonktüre göre, kimi zaman “Vietnam”a, kimi zaman “Bosna”ya, kimi zaman da da “Güney Afrika Cumhuriyeti”ne merak sarmıştır. Bu ilginin, o bölgelerde yaşanan siyasal gelişmeler ve kıyımların yoğunluğuna göre kimi zaman da Raunda, Çin ya da Filistin'e kadar uzandığını görmekteyiz. Yani, nerede daha fazla kan ve gözyaşı varsa, sinema da objektiflerini ister istemez oraya doğru uzatıyor.
Bir de görece huzurlu bir gidişat içindeki toplumlarda sistemin içten içe çürümesini anlatan filmler var ki bunlarda da polis, asker, bürokrasi, hükümet ve devlet yönetimini oluşturanların aslında ne denli ürkütücü bir toplumsal çöküşün zeminini hazırladıklarına tanık oluyoruz. Yasadışı tutuklama ve yargısız infazlar; poliste, orduda ya da devlet idaresinde her türlü suistimal ve rüşvet olgusu, bu gibi filmlerin en gözde temaları arasında yer alıyor. Emniyet güçlerindeki çürümenin simge filmi olarak “Serpico”yu (1973) hatırlatırsak, orduda ahlâkî çürümenin en iyi anlatıldığı film olarak da akıllara hemen “Full Metal Jacket” (1987) gelir. Sinema tarihi boyunca “balık baştan kokar” atasözünün doğrulayıcısı konumundaki pek çok film de Washington'dan Nairobi'ye, Londra'dan Ankara'ya kadar, devlet idaresini ellerinde bulunduranların uçkuruna düşkünlük, para hırsı, insanına karşı hoyratlık ve yetki noktasındaki diğer her çeşit suistimallerinin o ülkeleri nasıl derin bir iç bunalıma sürüklediğini anlatmıştır izleyiciye. Bunlardan en ünlüleri arasında “Bay Smith Washington'a Gidiyor” (1939), “Filler ve Çimen” (2001), “Çıkış Yok” (1987), “Skandal” (1989) ve “Banka Soygunu”nu (2008) saymak mümkün…
Velhasıl, bu dosya öyle kolay kolay doyum noktasına erişmez. Çünkü, sinema sanatı, “gerçek hayat”ta olamasa bile en azından düşler evreni “beyazperde”de hainlerden, alçaklardan, ırkçılardan, zalimlerden, yaşadıkları toplumları maddî-manevî açıdan suistimal etmeyi kendisine iş edinmiş bilumum insanlık düşmanlarından intikam almayı -ne mutlu ki- pek seviyor. Bizler de insan haklarına ilişkin bu tür ahlâkçı öyküleri izlediğimizde rahatlıyor ve keyifleniyoruz; bir kötülüğün en azından perdede bile olsa cezasız kalmadığını görerek ruhlarımız huzur buluyor.
Bu da sinemanın yorgun/yıpranmış beyinleri tedavi edip zinde tutan çok yararlı bir yönü aslında…
O yüzden, bazı durumlarda bizzat en büyük kötülüklerin kaynağına dönüşmüş olsan da, namuslu sinemacıların ellerinde “kötülere ve kötülüklere karşı” iyi ki varsın sinema!
***
SAVAŞ KARŞITI 5 UNUTULMAZ FİLM:
1) ZAFER YOLLARI (Paths of Glory, 1957) Yönetmen: Stanley Kubrick 2) ÖMER MUHTAR: ÇÖL ARSLANI (Lion of the Desert, 1981) Yönetmen: Mustafa Akkad 3) SAVAŞ GÜNAHLARI (Casualties of War, 1989) Yönetmen: Brian de Palma 4) PİYANİST (The Pianist, 2002) Yönetmen: Roman Polanski 5) FAHRENHEIT 9/11 (Fahrenheit 9/11, 2004) Yönetmen: Michael Moore
IRKÇILIK KARŞITI 5 UNUTULMAZ FİLM:
1) OTOBÜS (The Bus, 1976) Yönetmen: Tunç Okan 1) AYRI BİR DÜNYA (A World Apart, 1988) Yönetmen: Chris Menges 2) MISSIPPI YANIYOR (Missisippi Burning, 1988) Yönetmen: Alan Parker 2) MALCOLM X (Malcolm X, 1992) Yönetmen: Spike Lee 3) OTEL RUANDA (Hotel Rwanda, 2004) Yönetmen: Terry George YARGIDAKİ YANLIŞLIKLARI VE CEZA İNFAZ SİSTEMİNDEKİ ZALİMLİKLERİ ELEŞTİREN 5 UNUTULMAZ FİLM:
1) ALCATRAZ KUŞÇUSU (Birdman of Alcatraz, 1962) Yönetmen: John Frankenheimer 2) KELEBEK (Papillon, 1973) Yönetmen: Franklin J. Schaffner 3) BRUBAKER (Brubaker, 1980) Yönetmen: Stuart Rosenberg 4) BABAM İÇİN (In the Name of the Father, 1994) Yönetmen: Jim Sheridan 5) ESARETİN BEDELİ (Shawshank Redemption, 1994) Yönetmen: Frank Darabont ORDU VE POLİSTE YOZLAŞMA OLGUSUNU ELEŞTİREN 5 UNUTULMAZ FİLM:
1) DEDEKTİF SERPICO (Serpico, 1973) Yönetmen: Sydney Lumet 2) MÜFREZE (Platoon, 1986) Yönetmen: Oliver Stone 3) FULL METAL JACKET (Full Metal Jacket, 1987) Yönetmen: Stanley Kubrick 4) POLİS MAHALLESİ (Copland, 1997) Yönetmen: James Mangold 5) TANRI'NIN VADİSİNDE (In the Valley of Elah, 2007) Yönetmen: Paul Haggis
- Taken From: The Herald of the Kingdom and Age to Come, Vol. 1, page 224 - Bütün azizlerin ve bunlardan üçü ile tek sıfatta birleşmiş olanın adına, biz Petro, Rusların İmparatoru ve mutlak hâkimi, ahfadımıza tahtta haleflerimize ve Rus devleti hükûmetine bildiririz ki:
Kendisinin bize hayat ve taç sunduğu ve ilâhî lütfunu bizden esirgemeyerek, her zaman ve her işde bizi aydınlatan ve destekliyen ulu Tanrı bize hikmeti cismaniye ve ruhaniye vermiş, buna göre de, Rus milleti gelecekte Avrupa’nın efendisi olmak için seçilmiştir.
Biz bu fikri bir hakikat üzerine kuruyoruz; o da, Avrupa milletlerinin çoğunun ya kocamış ve çökmek üzere olan bir duruma gelmiş olması, veya bu duruma büyük adımlarla yaklaşmasıdır. Neticede, onlar, yeni milletin kuvvet bulması ve olgunlaşması tahakkuk edince, kolaylıkla ve mutlak surette, onun eline geçecekler.
Devraldığımız Rusya bir çaya benziyordu; biz onu şimdi ırmak halinde bırakıyoruz; bizim haleflerimize ise onu deniz haline getirmek kalıyor. Öyle ki, o fakirleşmiş Avrupa’yı yeniden verimli hale getirsin! Onun dalgaları, zayıf eller tarafından kendisine karşı kurulmuş olan bütün sedleri aşmalıdır, İşte onun içindir ki, biz, kendi haleflerimize aşağıdaki talimatnameyi bırakarak, onların dikkatlerini üzerine çekiyor ve onu her zaman gerçekleştirmeye davet ediyoruz:”
I. Rus ulusunu daima sürekli savaş halinde tutacaksın. Böylece asker, daima savaşa hazır ve bilenmiş olacak. Rus ulusunu ancak devletin maliyesini düzeltmek, yeni ordular kurmak ve saldırı için en uygun zamanı ayarlamak üzere dinlendireceksin. Ve böylece, Rusya’nın sürekli büyümesi ve refaha kavuşması için barışı savaşın, savaşı da barışın hizmetine vereceksin.
II. Bütün olanakları seferber ederek Avrupa’nın ileri uluslarından savaş sırasında en iyi kumandanları, barış sırasında da en büyük bilginleri buraya getirteceksin. Böylelikle Rus ulusunu, kendi öz yararlarından hiçbir şey yitirmeksizin, öbür ülkelerin avantajlarından yararlandıracaksın.
III. Avrupa’da olup biten bütün herşeyde senin de tuzun olsun. Hele Almanya konusunda, unutma! Çünkü o, sana en yakın olandır. Dolayısıyla da seni en yakın şekilde ilgilendirir.
IV. Sürekli kargaşalar yaratarak ve kıskançlıklar doğurarak böl Polonya’yı. Varşova’da iktidarı elinde tutanları altın pahasına da olsa satın al. Polonya krallarının seçiminde söz sahibi kal daima. Meclis’e kendi adamlarını sok ve onları, Rus askerlerinin oraya girmesi için kullan. Girmesi ve bir daha çıkmaması için... Buna komşu devletler karşı çıkacak olursa, aslan payından küçük parçalar vererek yatıştır onları. Verdiğini nasıl olsa geri alacaksın.
V. İsveç’ten ne mümkünse al. Ve onu boyunduruk altına sokmak için, sana saldırı da bulunması için sürekli kışkırt. Bunun için de Danimarka ile İsveç arasında sürekli ikilik yarat. Unutma ki zaten aralarında ikilik vardır.
VI. Oğullarına ve torunlarına daima Alman prensesleri seçeceksin. Bu, ortak çıkarlarımızı pekiştirmeye yaradığı gibi, Almanya’daki etkimizi arttırmaya da yarayacaktır.
VII. İngiltere ile özellikle ticaret konusunda ittifak kuracaksın. Çünkü onun bize, deniz gücünü beslemek bakımından büyük ihtiyacı vardır ve bu bakımdan, bizim deniz gücümüzün gelişmesine de yardımcı olabilir. Odun ve öbür ürünlerin karşılığında altın alacaksın ondan. Ayrıca da onun tüccarları ve gemicileriyle bizimkiler arasında sürekli ilişki kuracaksın ki bizim tüccarlarımızla denizcilerimiz de ticaret ve denizcilik alanlarında daha geniş bilgi kazansın.
VIII. Hiç vakit yitirmeksizin ve hiçbir güçlükten yılmaksızın kuzeyde Baltık denizi boyunca, güneyde de Karadeniz boyunca yayılmaya bakacaksın.
IX. İstanbul’a ve Hindistan’a yaklaşacaksın durmaksızın ve dinlenmeksizin. Bilesin ki bu iki ülke üzerinde egemenlik kurmak, bütün dünya üzerinde egemen olmak demektir. Dolayısıyla da bazan Türkü, bazan Acemi kışkırtıp birbirine düşüreceksin: Savaşsınlar durmadan, durmadan savaşsınlar ki soluk alamasınlar. Sen de bu arada gerek Karadeniz’de, gerekse Baltık denizi üzerinde tersaneler kur ve iyice hızlandır: Güneydeki İran körfezine kadar inmeye bak. Elinden gelirse Suriye’yi kullan ve Yakın Doğu ticaretini denetlemeye koyul. Böylece de Hindistan’a kadar uzan. Uzan, çünkü bütün dünyanın ambarıdır orası. Ve çünkü oraya sarktığın andan itibaren İngiliz altınından vazgeçebilirsin.
X. Avusturya ile ittifak ara, kur ve sürdür. Onun Almanya üzerindeki egemenlik iddialarını destekler görün ama el altından da oradaki prenslikleri merkeze karşı sürekli olarak kışkırt. Öyle ki bazan biri, bazan da öteki senden imdat istesin. Ve böylelikle sen, o ülke üzerinde gelecekteki egemenliğini hazırlayacak bir koruyucu durumuna gir.
XI. Avusturya hanedanını, Türkü Avrupa’dan def etmeye ikna et. Ve sen İstanbul’u fethetmeye giriştiğinde onda uyanacak kıskançlıkları ya Öbür büyük Avrupa devletlerinden biriyle onun arasında savaş çıkartarak ya da çok zorda kalırsan, fethin bir parçasını ona vererek yatıştır. Verdiğin parçayı ilk fırsatta geri almak üzere tabii.
XII. Macaristan’da, Türkiye’de ve Polonya’da dağınık bir halde yaşayan bütün Yunanlıları kendi çevrende toparla. Merkezi ol onların, desteği ol. Ve onlar üzerinde, aramızdaki din ortaklığını da ustaca kullanarak, üstünlük ve egemenlik kur: Unutma ki yarınki can düşmanlarının arasındaki gerçek dostların onlar olacaktır.
XIII. İsveç’i parçalayıp İran’ı dize getirip Polonya’yı boyunduruğun altına alıp Türkiye’yi fethedip, ordularını tek kumanda altında topladıktan sonra ve Baltık deniziyle Karadeniz’i ele geçirdikten sonra, alabildiğine gizli bir şekilde, önce Fransız sarayına, sonra da Viyana sarayına bütün Dünya İmparatorluğu’nu bölüşmeyi öner.
Eğer ikisinden biri bu önerini kabul ederse... ki birinden biri mutlaka kabul edecektir... Kabul eden taraftan, kabul etmeyen tarafı ezmek için yararlan: onların tutkularını okşayıp özsevilerini kamçılayarak yararlanacaksın elbette... Sonra da, ikisi arasında başlatacağın kırımdan yenerek çıkanı sen yenmeye hazırlan. Yeneceksindir: Çünkü bütün Yakın Doğu’nun ve bütün Avrupa’nın büyük bir kısmı zaten artık Rusya’nın elinde bulunmaktadır.
XIV. Eğer her ikisi de... Böyle şey katiyen olmaz ama... senin bu önerini reddedecek olursa, aralarında nifak çıkar; önceden hazırlamış ol bu nifak çıkarma olanağını ve onları biribirine kırdır. Onlar biribirleriyle savaşa tutuşup en zayıf düştükleri anda da üzerlerine çullan. Öyle ki: Bir yandan kara ordularınla Almanya’yı ezerken, öte yandan da hem Azov denizinden, hem de Arhangelsk’ten deniz ordularını Asyalı askerlerle de pekiştirip seferber et. Ve bunlar, Akdeniz’den Fransa’yı bastırsın, hem de Okyanus’ta Almanya’yı ve hemen ardından gene Fransa’yı...
İşte böylece bu iki ülkeyi yendiğin anda bütün Avrupa’nın geri kalan kısmı son derece kolaylıkla, adeta kendiliğinden ve hiç kan akıtmaksızın sana teslim olacaktır.
Ve Avrupa, ancak bu şekilde boyunduruk altına alınabilir.”
--
The Will of Peter The Great
In which he prescribes to his successors the course which they ought to follow, in order to acquire universal dominion.
Taken From: The Herald of the Kingdom and Age to Come, Vol. 1, page 224
In the name of the most holy and indivisible Trinity, we, Peter the Great, unto all our descendants and successors to the throne and government of the Russian nation.
The All-Powerful, from whom we hold our life and our throne, after having revealed unto us his wishes and intentions, and after being our support, permits us to look upon Russia as called upon to establish her rule over all Europe. This idea is based upon the fact that all the nations of this portion of the globe are fast approaching a state of utter decrepitude.
From this it results that they can be easily conquered by a new race of people, when it has attained full power and strength. We look upon our invasion of the West and the East as a decree of Divine Providence, which has already once regenerated the Roman empire by an invasion of barbarians.
The emigration of men from the North is like the inundation of the Nile, which at certain seasons enriches with its waters the arid plains of Egypt. We found Russia a small rivulet, we leave it an immense river. Our successors will make of it an ocean, destined to fertilize the whole of Europe, if they know how to guide its waves. We leave them, then, the following instructions, which we earnestly recommend to their constant meditation:
1. To keep the Russian nation in constant warfare, in order always to have good soldiers. Peace must only be permitted to remit the finances. To recruit the army, choose the moment favourable for attack. Thus peace will advance your projects of war, and war those of peace, for obtaining the enlargement and prosperity of Russia.
2. Draw unto you, by all possible means, from the civilized nations of Europe, captains during war, and learned men during peace--so that Russia may benefit by the advantages of other nations.
3. Take care to mix in the affairs of all Europe, and in particular of Germany, which, being the nearest nation to you, deserves your chief attention.
4. Divide Poland, by raising up continual disorders and jealousies within its bosom. Gain over its rulers with gold; influence and corrupt the diet, in order to have a voice in the election of the kings. Make partizans and protect them; if neighboring powers raise objections and opposition, surmount the obstacles by stirring up discord within their countries.
5. Take all you can from Sweden; and, to effect this, isolate her from Denmark, and vice versa. Be careful to rouse their jealousy.
6. Marry Russian princes with German princesses; multiply these alliances; unite these interests; and, by the increase of our influence, attach Germany to our cause.
7. Seek the alliance with England, on account of our commerce, as being the country most useful for the development of our navy (merchants, &c.) and for the exchange of our produce against her gold; keep up continued communications with her merchants and sailors, so that ours may acquire experience in commerce and navigation.
8. Constantly extend yourselves along the shores of the Baltic and the borders of the Euxine [Black Sea].
9. Do all in your power in approach closely Constantinople and India. Remember that he who rules over these countries is the real sovereign of the world. Keep up continued wars with Turkey and with Persia [modern day Iran]. Establish dockyards in the Black Sea. Gradually obtain the command of this sea, as well as of the Baltic. This is necessary for the entire success of our projects. Hasten the fall of Persia. Open for yourselves a route towards the Persian Gulf. Re-establish, as much as possible, by means of Syria, the ancient commerce of the Levant, and thus advance towards India. Once there, you will not require English gold.
10. Carefully seek the alliance of Austria. Make her believe that you will second her in her projects for dominion over Germany, and secretly stir up the jealousy of other princes against her, and manage so that each be disposed to claim the assistance of Russia; and exercise over each a sort of protection, which will lead the way to future dominion over them.
11. Make Austria drive the Turks out of Europe, and neutralize her jealousy by offering to her a portion of your conquests, which you will further on take back.
12. Above all, recall around you the schismatic Greeks, who are spread over Hungary and Poland; become their centre and support -- as universal dominion over them, by a kind of sacerdotal rule (autocratic sacerdotal;) by this you will have many friends amongst your enemies.
13. Sweden dismembered, Persia conquered, Poland subjugated, Turkey beaten, our armies united, the Black and Baltic Seas guarded by our vessels, prepare separately and secretly, first the court of Versailles, then that of Vienna, to share the empire of the universe with Russia. If one accept, flatter her ambition and amour-propre, and make use of one to crush the other, by engaging them in war. The result cannot be doubtful; Russia will be possessed of the whole of the East, and of a great portion of Europe.
14. If, which is not probable, both should refuse the offer of Russia, raise a quarrel between them, and one which will ruin them both. Then Russia profiting by this decisive moment, will inundate Germany with the troops which she will have assembled beforehand. At the same time, two fleets full of soldiers will have the Baltic and the Black Sea--will advance along the Mediterranean and the Ocean, keeping France in check with one, and Germany with the other. And these two countries conquered, the remainder of the Europe will fall under our yoke.
Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm Polanyi, K. (1944), The Great Transformation, Boston: Beacon Press, ch.10 [HC53 P76 Course Coll].
Max Weber, Protestan Ahlakı... Hayek, Kölelik Yolu M. Friedman, Kapitalizm ve Özgürlük De Soto, Sermayenin Sırrı Nurberg, Küresel Kapitalizmi Savunmak Alber, Katılımcı ekonomi
hızlı yapılan banyoların zorunluluğu, yaşattığı gurbet duygusu ve yatağa yanağını koyana dek yaşanan sıkıntılı fasıl. biz votka içmediğimiz için mi çektik bunca çileyi. bu notırdam halimiz meğer ayıklığımızdanmış ve hep söylüyoruz yine söyleyeceğiz, demiş ya şair: biz sarhoş olduğumuzda üzüm henüz yaratılmamıştı diye. durup duruken hüzünleniyor bu danalar demişti dedem, o zamanlar daha altmışlarında ve nineme tekme tokat girişebilecek dinçlikteydi. ben ağlıyordum hep. öğretmen sobada yakacak odun istiyordu, dedeme söylüyordum çok iyi adamdı, hala da adamdır, götürüyorduk yakıyorduk sobalarda. bir tahtayı beş sınıfa bölebilmek köylerde mümkünmüş anlamıştım ve Pamuk'un zikrettiğimiz acısını biz Avrupa göremeyeceğiz deye dahi değil bu köyde öleceğiz deyi çekerdik.
bir köpek sevmiştim, kimin soysuz dölünün ürünü bilinmez. samanlardan bir yuva kurdum, süt verdim ekmek verdim annem kızdı yine verdim. ertesi günün kaçkınına kahraman ismini layık görmek sadece çocuksu bir aptallık değil, gen havuzumun en iyi yapabildiği icraatmiş, sonradan anladım.
ey vefasız yolcu, kalbim viran edersin
dün bir unutuşun üstünden aslında hiç birşeyin geçmediğini farkettim. uzun bir taslak gibi yaşamak, kes yapıştır, f7'le ki imlan düzelsin. sonra aniden bir tanıdık vasıtasıyla ölüveriyorsun. bu nasıl prodüksiyon diye de çıkıp gelmiyor avrupalı amirler. tanrıyla onlar malum dört yüzyıldır filan küs. işler tıkırındayken devleti ne yapsin hür teşebbüs. biz de öyle değil ki, nerde bu devlet canhıraşında, tanrı evlere döndüğümüz bir ara gözüken bir figüran. ama işini de iyi yapıyor kerata. böyle olsun istememiştik.
hangi yunus?
çöpleri karıştırırken açlıktan şeyhine bakmış bir adamın melodramını filimleştirsek ya biz seninle. seninle akan bu suyun üstünde, ne de gidiyoruz yaylı yaylı geyiği yapsa ve elimizde avucumuzda ne varsa tükense saniyeler içinde anlamasak. ne arzu edersek oluyormuş gibi olsa, desek bize bir kitap gönder kuşe kağıda ismime imzalı. bizi bir yunus mu yer yoksa, kapılara yatar oluruz da şeyhimiz gelip bizim yunus mu der mi dili sürçüp sonra işi yoksa tövbeler etsin allahıma tüm öğleyi ikindiyle nakşeden cemde.
ben neden ölü bir akşamın peşinden gün nakşeden delisi oluyorum bu şehrin. oysa siz beni taşladınız bir çok sefer. anam için yalancı sözler söylediniz insanlığınızı reddeden. ben üzerlerinize demir kartallar yollasam allah bana cehennem mi der yani. sanmam. iyiyle kötüye aynı davranırsak nerde kaldı benim imanım.
seni seven şu gönlü hemen yakarım
bazı geceler tersten başlar. ne söylesen diyeceğin o değildir. yazmak için yazarsin. sabah uyanamamığın verdiği kızgın şımarıklığı vermez ya da küfretmenin aymazlığını, kestiğin kızın başkalarınca kuşbaşı olunuşunun son bulduğunu öğrenmenin heyecanı... birader sen pezeveng misin?
cok agladim cok inledim, gunlerce ben dert dinledim seni nasil unutmali, bu sevgiyi uyutmali cok agladim cok inledim, gunlerce ben dert dinledim senin gezdigin yerlerde gezmiyorum, senin gectigin yerlerden gecmiyorum
seni bir gun gorursem bin yil yasarim senden kacayim derken seni ararim elimden gelse seni unutmak icin seni seven su gonlu hemen yakarim biliyorsun ki bunlara sebep sensin sen sevgili degil basima dertsin
ama beni içlerinize almıyor ve sevmiyorsunuz. sizin bakışlarında beni çeken o parıltıyı görmüyorum, bana para mı veriyorsunuz neden bu başımın şişmesi ve kapanamamam. bu kızgın gülüşmeler ve kendini bir şey sanan aptallanmaların bir manası varsa işte ben onları parlatıyorum cila hesabı. altını çiziyorum.
ruslar votkayı toplamları üç etmeyince içmezlermiş. ve sevmediğin insanlar içtikçe daha çirkin olurlar.
- Benim doğduğum yıllarda İstanbul'da doğanlar bir süre sonra, hayatta tasarladıkları şeyleri gerçekleştirme şanslarının olmadığını anladılar. Bu kültürde, bu yoksulluk içinde, dünya merkezinden uzakta, bu şehrin diğer insanları gibi kırık dökük, hüzünlü olacaklarını fark ettiler. Buna inanmamak için acımasız bir tüccar filan olmak lazım. Ben ressam olmak istiyordum, ama hayatım Avrupa filmlerinde gördüğüm gibi bir hayat olmayacaktı. İstanbul'da Batı kültürüyle yetişmiş her Türk çocuğu büyüdükçe yavaş yavaş bunu idrak eder. "Burada bir şey olmaz" yolundaki görüşü ite kaka içselleştirmekle geçer hayat.
. bazı dünyalar ters filan dönmüyor, gayette prodüksiyon amiri eliyle düzgün, parası verilmiş yaptırılmış gibi, her şey yerli yerinde, sanki bizzat gelişmiş ülke stüdyolu. benimki zaten malum, ilk cümlenin topyekün tersi, figüran olabileyim diye tüm gün amele kahvesinde bekleyip her elde yenilen çayparasıödeyipduran mal herif hayatı. bugün yine beş ekmek parasını kahveciye kaptırmış gibiyim.
ve inanın evim dediğim bir it baraksından hallice. yani duş alabilmirem.
onların dünyalarında herşey mi düzgün yoksa bana bu gözü veren gözlüğü mü yanlışlattırdı. benim paragraflarım o yüzden mi uzun ve çetrefilli, o yüzden mi ben hep fiil çekimlerinin hataya gebe yanlarıyım, o yüzden mi benim geceye sığdıramamam yaşamayı. dün bütün arkadaşlarım bir yerlere sap olmuş gibiydiler. bugün öyle mi bilmem şayet ben zat-ı alilerinin bekçisi filan da değilim. ancak onların ki aslında uzun zaahmetler sonucu elde edilen kazanımlar da ben domuz bekçisi olduğum için mi onların kazanımlarının milli bir piyango sonucu paraşütle kendilerine bahşedildiğini düşüyorum.
ben bir baraka deneyimiyle şehit edilmiş bir itim.
içime de minare sokmuşlar midemden yangınlıyım. anlatılamaz bir çan sesi kafamın içinde sivrisinek ölümü hazırlıyor. soruyor gaibden tanrılar ne zaman olabileceksin bir bok. ben anlatmaya çalışıyorum ki bunlar o tezgahtan birer mamül, bir şey olmaklık gerekmiyor yani sayın mustazaf. ama sen dedim bir başkasına da, adımlarınla yürüdükçe altında kalanın ve üstünde kalanın bir şey olmadığını gördükçe ve yaklaştıkça eskiden ileride gözükenin büyümediğinin farkettikçe göreceksin bu adiliğin bizzat dünyanını mayasında olduğunu ve kendini bitirmekten vazgeçeceksin adi oluşundan. ama ben o şansı dahi yakalayamayacak kadar adi bir mayanın birikimi.
oysa bir sineklik deneyimim olsaydı.
o değersizliği kaldırabilen alçaklardan bir gönül olması gerek diye kendi kendime ünledim. bir sineğin hayatında kovalanma olağan bir tatbikattır. tatbik edilen hayatının önemsizliğinin sürekli göz önüne serilmesi. insanların tanrısı birşeyin değersizliğini bildirirken sizi misal vermesi.
bazı şeyler geceleri artarak artar ve aşınma payı da yoksa bitmez.
Laik olduğunu iddia etmekle yetinmeyip, bunu bir anayasa hükmü olarak ifade eden bir devlette, kamu ilk ve ortaöğretim kurumlarında din dersi olabilir mi? Hadi oldu diyelim, bu ders zorunlu olabilir mi?
Laik olduğunu iddia etmekle yetinmeyip, bunu bir anayasa hükmü olarak ifade eden bir devlette, kamu ilk ve ortaöğretim kurumlarında din dersi olabilir mi? Hadi oldu diyelim, bu ders zorunlu olabilir mi? O da oldu diyelim, bu derste Kur'an okutulup, abdest ve teyemmüm uygulamalı olarak öğretilebilir, öğrencilerden namazın kılınışı ile ilgili sunum hazırlamaları beklenebilir mi? Bütün bunları Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersi adı altında paketleyip, sunmak, bu zorunlu derslerin varlığının laiklikle bağdaştırılması için yeterli mi? Bütün bu sorulara evet yanıtı verildikten sonra, Bektaşi babasının ünlü yanıtından esinlenerek durumu özetlemek kaçınılmaz oluyor: Laiklik yok diyeceğiz ama dilimiz varmıyor.
Karmaşanın böylesi
Aslında yukarıdaki sorunlara kaynaklık eden ana sorun, bu haliyle varlığı laiklik açısından son derece sıkıntılı olan Diyanet İşleri Başkanlığı'dır. Nüfus kütüğünde din hanesinin yer aldığı, bu zorunlu bilgi kaydına göre nüfusunun yüzde 99'unun Müslüman olduğu bir ülkede bütün bunlar doğaldır denebilir. Laik bir devlette, sıfatı Milli olan bir Eğitim Bakanlığı'nda koskoca bir Din Eğitimi Genel Müdürlüğü'nün yer alması gibi. Milli Din Eğitimi'nden sorumlu bir kamu kuruluşunun olduğu yerde laiklik de kendine özgü olur. Laikçilikle devlet dini arasında salınır. Aynı ülkede üniversitelere kız öğrencilerin başörtüsüyle girmeleri laiklik gereği yasaktır ve bu yasak azim ve şiddetle takip edilir. Kamu alanlarında türbanın varlığı konusunda cephe savaşları verilir. Kamu alanında bir dinin propagandasını yapmak yasaktır. Ama nüfusunun yüzde 99'u Müslüman olan bir ülkede yaşandığına göre, Sünni İslam'ın tanıtılması ve yayılması konusunda medyada, günlük yaşamda doğal olarak bir kısıtlama uygulanmaz, uygulanamaz. Sünni İslam'ın dışında bir dini inancın tanıtımını yapmaya, tebliğde bulunmaya gelince laiki İslamcısı hep bir ağızdan misyoner faaliyeti, bölücülük diye huzursuzlanmaya başlar. Sünni İslam da resmen sadece devlet denetim ve gözetiminde öğretilebilir. Yeni Ceza Kanunu'nda son anda yapılan değişikliklerin işaret ettiği gibi, izinsiz eğitim faaliyetinde bulunanlara, ki burada tartışma din eğitimiyle sınırlıdır, ne ceza verileceği neredeyse bir rejim sorunudur. Bu ülkede irtica tehlikesi üzerinden siyaset yapan gelenek, anayasaya zorunlu din dersini kendisi koyar. Başı sıkışınca Türk-İslam sentezi girişimlerinden medet umar.
Bu laik ülke şimdi Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi derslerini ortaeğitimde haftada iki saate çıkarmaya hazırlanıyor. Daha önce Talim ve Terbiye Kurulu'nun aldığı müfredat reformu kararı çerçevesinde, Din Eğitimi Genel Müdürlüğü, lise 9. sınıftan itibaren bu derslerin haftalık program çizelgesini hazırladı. Müslümanlık dışındaki dinlerin varlığından haberdar olunması için bu dinlerle ilgili bilgiden bir tutam, Aleviliğin bir tasavvuf geleneği olarak tanıtılmasından kaşık ucuyla müfredat kazanına atılırken, Sünni İslam öğreti ve pratiğinden büyük kepçelerle boca ediliyor. Anlaşılan İmam-hatip okullarının eski konumlarına kavuşmasının mümkün olmadığı tesbitinden hareket ederek, bu kez laik eğitim sisteminin içinde dinin varlığını güçlendirmeye karar kılınmış.
Haftada iki saat ve zorunlu olmak üzere, ilköğretimde iki yıl, ortaöğretimde dört yıl devam eden ve tüm eğitim kurumlarını kapsayan bir dini pratik eğitimini laiklikle bağdaştıranların, üniversite kapısında türbanlı kız görünce ifrit olmalarını anlamak kolay değil. Ya da laikçi cephe, ortaeğitimde derste Kur'an okunurken, namazın kılınışı ile ilgili sunum yaparken kızların başlarının açık olması savaşı vermeye hazırlanıyor. Önümüzdeki dönemde sadece üniversitelerde değil, ortaeğitimde de kız çocuklarını bu iktidar mücadelesinin tarafları esir alacaklar demektir.
Türkiye'nin yüzde 99'u Müslüman olan bir ülke olduğu için bütün bu çelişkiler doğal mı? Devlet hem bir dini inanç ve pratiği öğretmek hem de onu yakından denetlemek ve ehlileştirmek misyonunu birlikte götürmek ve bu yolla milli birlik ve beraberliğin harcını sağlam tutmaya çalışmak zorunda mı? Galiba hem anayasa hükmü olarak yer almasının dünyada ender örneklerden biri olduğu, hem de yarım yamalak laik olmaktan öteye geçemeyen bu laiklikliğin iç çelişkilerinin kaynağında tarihin bir cilvesi var.
Yahya Tezel, "Tanzimat Sonrası İmparatorluk ve Cumhuriyet Türkiyesi'nde Muhafazakârlık Sorunsalı" başlıklı yazısında ('Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce' dizisinin "Muhafazakârlık" cildi), laiklik ihtiyacının, "Cumhuriyet öncesi Türkiyesi'ndeki zorlayıcı toplumsal gerçekliğe oturduğunu" belirtir. Toplam nüfusun yüzde 20'sinin Hıristiyan olduğu bir ülke gerçeğinde, eşitliğe ve ortaklığa dayandırılabilecek tek seçenektir bu. Sadece bir elitin fantezisi değil, o dönemin Türkiyesi'nde zorlayıcı bir toplumsal gerçekliktir. Ne var ki laiklik yürürlüğe girdiğinde onu empoze eden toplumsal gerçeklik ortadan kaybolmuş, nüfusunun neredeyse tamamı Müslüman olan bir toplum ortaya çıkmıştı. Kalan Müslüman olmayan küsuratın büyük bölümünün de sonradan yaşadıkları toprakları, anavatanlarını terk etmeleri veya ettirilmelerinin sonucunda, nüfusun yüzde 99'unun Müslüman olduğunun iftiharla vurgulandığı bir Müslüman toplum haline gelindi. Tezel, böyle bir toplumda Müslümanlığa referans yapmayı aşan bir kamusal/hukuki alanın gerekçesini seçmene anlatmakta bir hayli zorlanılmasına dikkat çekiyor. "Bugünün Türkiyesi'nde laikliğin, l. Dünya Savaşı öncesi Türkiyesi'ndeki kadar güçlü olgusal gerçeklik temellerine dayandırılamadığına" işaret ediyor.
Laiklik ilkesi, Türkiye toplumunu oluşturan farklılıkların birlikteliğinin olmazsa olmaz harcı olarak değil, devletin kurucu zümresinin kendisine en yakın ve güçlü siyasal rakip olarak gördüğü İslami zümreyi etkisiz bırakma girişiminin bir aracı olarak hayat buldu. Bu nedenle de laiklik, devletin dini alanı örgütlemesi, düzenlemesi ve denetlemesi, resmi din hizmeti ve eğitimi anlayışını yerleştirmesi gibi bir uygulamaya yol açtı. Devletin kurucu zümresi etrafında kenetlenen toplumsal blokun karşısında yer alanlar da, tam da bu uygulamalar toplumun yüzde 99'unun taleplerini karşıladığı için, İslam'ın kamusal/hukuksal alanda varlığının demokratik bir talebi yansıttığını iddia ettiler. Devlet dışında elde edemedikleri dini pratik özerkliğini, bu kez resmi din alanını genişleterek telafi etmeye ve seçmenle ilişkilerinde bunu kullanmaya özen gösterdiler.
Devletin güvenliği için, etnik ve dini olarak homojen bir toplum yaratma sevdasının öngörülebilir bir sonucu, bu homojenliğin yegane mümkün ortak payda olan dini aidiyete indirgenmesiydi. Bugün laikliğin, zorunlu din eğitiminde olduğu gibi iyice sulandırıldığı ama diğer yanda başörtüsü savaşlarının verilmeye devam edildiği bir çelişkiler yumağı içinde boğulmasının nedenlerini sadece son 10 veya 30 yılın gelişmeleriyle açıklamak mümkün değil. Son kırıntılarını da tasfiye ederek bütünüyle huzura kavuşacağımıza inandığımız dini azınlıkların, nüfusun yüzde biri değil de örneğin yüzde 15'ini oluşturduğu bir Türkiye'de, bu haliyle zorunlu din eğitimi, bugünkü haliyle Diyanet İşleri Başkanlığı ve benzeri kendine özgü "laik" kurum ve pratikler var olabilir miydi?
Bu homojen toplum sevdasından son tahlilde hangi siyasal akımların yararlandığını gördük. Günümüz Türkiyesi'nin bu kültürel gerçekliğinin mimarlarının izinden gidenler, laikliğin içinden çıktığı o farklı geçmişimizi toplumsal hafızadan bütünüyle kazımaya özen gösteriyorlar. Sonra da laiklik elden gidiyor diye haykırıyorlar. Laikliğin, aynı zamanda etnik, dini ve kültürel alanda homojen olmayan, bu konularda farklılıkların olmasının meşru olduğu bir toplumda toplumsal gerçekliğe tekabül ettiğine ikna olsalar, korkarım o zaman en gürültülü laiklik aleyhtarları laiklik elden gidiyor diyenler içinden çıkacak.
Sorun, din derslerinin zorunlu olup olmamasını aşıyor. Sorun, din ve vicdan özgürlüğünün teminat altına alındığı iddia edilirken, Sünni İslam'ın fiilen resmî devlet dini haline getirilmesinde yatıyor.
1982 Anayasası'nda yer alan, "Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır" hükmünün değiştirilmesi veya kaldırılması tartışması başladı. Bu da, yürürlükteki uygulama hakkındaki gerçeklerin bir kez daha çarpıtılmasına yeniden vesile oldu. Çarpıtmayı özetleyelim: "Bu dersler, öğretmen, içerik ve haftalık ders saati açısından 'din dersi' özelliğine sahip değildir." Bu iddiayı desteklemek için genellikle iki kanıt öne sürülüyor:
1) Müfredatın ve ders kitaplarının düzenleniş şekli, dini öğretmek ve bazı konularda din eğitimi vermek amacından uzaktır. Daha çok vatandaşlık bilgileri, genel ahlak kuralları ve sosyal konuları içeriyor.
2) Bu ders haftada sadece iki saat verilebiliyor. Bu dar sürede değil din eğitimi vermek, din hakkında ansiklopedik bilgi aktarımı bile mümkün değildir. Bu iki iddianın da gerçeği yansıtmadığının kanıtlarını biraz ileride ele alacağız (ayrıca bu konuda bkz. 17.4.2005 ve 5.6.2005 tarihli Radikal İki'lerdeki yazılarım). Önce Türkiye'de Cumhuriyet tarihi içinde ilk ve orta eğitimde din dersinin statüsünde yaşanan değişiklikleri hatırlayalım.
Zorunlu seçmeli
Din dersleri, 1924'te Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun yürürlüğe girmesinin ardından, "Kuran'ı Kerim ve Din Dersleri" adı altında ilkokulun 2. ve 3. sınıflarında haftada iki saat, 4. ve 5. sınıflarda bir saat, ortaokulun ilk iki yılında ise "Din Bilgisi" adı altında haftada bir saat okutulmaya başlandı. 1927'de din dersine katılma, öğrenci velilerinin onayına bağlandı. 1931'de ortaokullardan, 1935'te ilkokullardan din dersi kaldırıldı. 1948'de, ilkokulların son iki sınıfına, isteğe bağlı olarak ve program dışı "Din Bilgisi" dersi yeniden konuldu. Demokrat Parti hükümeti, 1950'de bu dersi program içine aldı. O zamana kadar velinin istek dilekçesiyle verilen dersi, bütün öğrencilere verilir hale getirildi. Çocuklarının din dersi okumasını istemeyenler, dilekçe vererek bu dersten muafiyet elde edebiliyorlardı. "Zorunlu ama seçmeli" uygulaması böylece başladı. 1956'da, bugünkü 6. ve 7. sınıflara seçmeli din dersi kondu. 1967'de bu dersler lise 1. ve 2. sınıf programında da yer almaya başladı. Ardından 1982 Anayasası'yla, din ve ahlak bilgisi dersleri ilk ve ortaöğretimde zorunlu ders mertebesine yükseldi. Ahlak bilgisi dersiyle din dersi birleştirildi. İlköğretimde 4. sınıftan başlayarak 8. sınıfa kadar haftada iki saat, liselerin bütün sınıflarında ise haftada birer saatlik zorunlu ders olarak okutulmaya başlandı. İki yıl önce MEB, liselerde de bunun haftada iki saate çıkarılmasına teşebbüs etti. Yanılmıyorsam, hayata geçiremedi.
Geçtiğimiz yıllarda, Süryani bir ailenin çocuğunun bu dersten muaf tutulması için açtığı davayı karara bağlayan Danıştay, Müslüman olmayan ailelerin çocuklarının zorunlu din dersine tabi olmayacağına karar verdi. Bunun için, çocuğun din hanesinde İslam'dan başka bir din yazıyor olması veya bu hanenin boş olması kuralı uygulanmaya başlandı. Buna karşılık, Alevi bir aile, iç hukuk yolları tükendiği için, 2004'de aynı konuda AİHM'de dava açtı ve davayı 2006'da kazandı. Kararda zorunlu din derslerinin AİH Sözleşmesi'nin 9. maddesine aykırı olduğu belirtiliyordu ama herhangi bir dinsel doktrinin eğitim müfredatında yer alamayacağı iddia edilmiyordu. Karar, "farklı inançların kendi dinlerini öğrenme hakkının ortadan kalkması"na vurgu yapıyordu. Önümüzdeki günlerde zorunlu din dersleri konusunda AİHM nezdinde yapılan başka müracaatların da karara bağlanması bekleniyor. Diyanet İşleri Başkanı, bu konuda şimdiden önlemini aldı: "İki gün sonra AİHM Atatürk ilke ve inkılapları dersini de insan haklarına aykırı görebilir. Tek bir tarih okutun diyebilirler. Ne zamana kadar insan hakları deyince akan suları durduracağız?" İki dersin aynı düzlemde ve birbirini destekler biçimde savunma hattına yerleştirilmesi, sizce anlamlı değil mi?
İlahiyatçı öğretmenler
YÖK'ün aldığı kararı takiben, 1998'de 11 ilahiyat fakültesinde ilköğretim din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenliği bölümleri açıldı. İlköğretim okullarında Anayasa'nın öngördüğü zorunlu derslerin bu bölümlerden mezun kişiler tarafından okutulmasına başlandı. Bugün 13 bin civarında "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi" öğretmen kadrosu var. Bazı çevrelere göre 30 binin üzerinde branş öğretmeni açığı olduğu iddia ediliyor. Görüldüğü gibi, yeterli kadro oldukça, öğretmenlerinin sadece İlahiyat Fakültesi bünyesinden yetiştiği bir eğitim bu. Nasıl Milli Güvenlik dersini subaylar yapıyorsa, zorunlu "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi" dersini de ilahiyatçıların yapmasından daha doğal ne olabilir laik ve dahi demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nde?
Gelelim müfredata. 2517 sayılı Tebliğler Dergisi, söz konusu dersin bireysel, toplumsal, ahlaki, kültürel ve evrensel açılardan amaçlarını özetlerken, müfredatın aşağı yukarı yarısını genel ahlak konularına ve biraz da dinlerle ilgili genel bilgilere ayırıyor. Diğer yarısını ise özetle, İslam'ın iman, ibadet ve ahlak esaslarını tanıyabilmeleri ve öğrenebilmelerine. Buna karşılık, söz konusu derslerin kitaplarına, derslerin planlarına, işlenen konuların detaylarına, sınavlarda sorulan sorulara bakıldığında ise, dersin çoğunlukla Sünni İslam şeraitinin öğretilmesine ayrıldığını görüyoruz. Çoğunlukla kelimesi önemli. Bazı okullarda bu dersin programlarına, sınav sorularına bakıldığında genel bir din ve ahlak bilgisi dersinin yapıldığını da görebiliyoruz. Ama büyük çoğunluk, sekiz yıla yayılan bu zorunlu dersi, esas olarak Sünni İslam'ın ilkelerini ve ibadet kurallarını öğretmeye hasrediyor. Bu konuda çok somut örnekleri gerekirse bir başka yazıda sunabilirim.
Bu programlarda elbette "Kutsal kitapları tanıyalım" veya "Budizm, Hinduizm", "Günümüzde yaşayan büyük dinleri tanıyalım" gibi genellikle bir iki haftayı geçmeyen konular da var. Ailenin öneminin yanında, "meleklere iman, imanın şartlarındandır" bilgisi de öğretiliyor. Sınav soruları da genellikle yukarıdaki müfredata denk düşüyor. Bu müferadata rağmen, bugün bazı Müslüman kanaat önderleri, "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri, Aleviler için ne ise Sünniler için de odur. Yani ikisi için de din dersi değildir. Çocuğunu İslam ile ilgili konularda bilgili ve dindar yetiştirmek isteyen aileler için bu dersin -bu haliyle- çok fazla değeri yoktur" iddiasında bulunuyorlar. Bu iddia sahiplerine göre, İslam dini eğer tüm okullarda gerçek şekilde öğretilecekse bunun için, seçmeli de olsa, Kuran dersi ve hadis, siyer, akaid gibi eğitim boyutu güçlü diğer dersler de okutulmalıdır. Aksi takdirde buna "din dersi" demenin bir anlamı olmaz.
Dışişleri Bakanı Gül, 2006 yazında, AİHM kararı tartışılırken, zorunlu din dersi konusunda, "Benim fikrim, hiçbir şeyin zorunlu olmamasıdır. Ama benim çocuğum da din bilgilerini düzgün bir şekilde öğrensin diyen ailelerin çocuklarına okullarda en düzgün şekilde öğretilmelidir ki, ortaya düzgün bir şey çıksın" değerlendirmesini yapmıştı. Bu değerlendirmeden hareketle, zorunlu din dersi uygulamasının kaldırılmasının, okullarda seçmeli bir "doğru düzgün din dersi" uygulamasına geçme kapısını açabileceği düşünülebilir. Bunu Kur'an kurslarının camilerden okullara aktarılması olarak tanımlamak da mümkün. Ama bu konuda hemen Gül'ü taşlamayalım. Türkiye'de laik Cumhuriyet Anayasası, din ve ahlak eğitim ve öğretiminin devletin gözetim ve denetimi altında olmasını zorunlu kılıyor. Bu durumda, devletin denetim ve gözetimi altında din eğitimi verilir gibi laikliğe bütünüyle aykırı veya bizimki gibi kendine özgü laikliğe yaraşır bir ilkenin, en sonunda Kur'an kurslarının okullara taşınmasına karşı da diyecek bir sözü kalmıyor.
Görüldüğü gibi, sorun din derslerinin zorunlu olup olmamasını aşıyor; sorun, din ve vicdan özgürlüğünün teminat altına alındığı iddia edilirken, Sünni İslam'ın fiilen resmî devlet dini haline getirilmesinde yatıyor. İşte burada, görünüşteki büyük tepişmeye zıt düşen, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın konumunu da içeren çok güçlü bir zımni ittifak kendini gösteriyor. Önümüzdeki anayasa değişikliği tartışmaları, muhafazakâr ve otoriter cumhuriyetçilerin devlet gücünü elinde tutarak toplum üzerinde hegemonya oluşturma merkezli reflekslerinin birbirine nasıl benzediğini bir kez daha görmemizi sağlayacak. İleride bu iki tarafın anlaşıp birleştiğini görürsek, şaşırmayacağız.
2008 yılından ödülün ilk olarak verildiği 1969 yılına doğru Nobel Ekonomi Ödülü’nün kazananların listesi şöyle:
• 2008 - Paul Krugman • 2007 - Leonid Hurwicz, Eric S. Maskin, Roger B. Myerson • 2006 - Edmund S. Phelps • 2005 - Robert J. Aumann, Thomas C. Schelling • 2004 - Finn E. Kydland, Edward C. Prescott • 2003 - Robert F. Engle III,Clive W.J. Granger • 2002 - Daniel Kahneman, Vernon L. Smith • 2001 - George A. Akerlof, A. Michael Spence, Joseph E. Stiglitz • 2000 - James J. Heckman, Daniel L. McFadden • 1999 - Robert A. Mundell • 1998 - Amartya Sen • 1997 - Robert C. Merton, Myron S. Scholes • 1996 - James A. Mirrlees, William Vickrey • 1995 - Robert E. Lucas Jr. • 1994 - John C. Harsanyi, John F. Nash Jr., Reinhard Selten • 1993 - Robert W. Fogel, Douglass C. North • 1992 - Gary S. Becker • 1991 - Ronald H. Coase • 1990 - Harry M. Markowitz, Merton H. Miller, William F. Sharpe • 1989 - Trygve Haavelmo • 1988 - Maurice Allais • 1987 - Robert M. Solow • 1986 - James M. Buchanan Jr. • 1985 - Franco Modigliani • 1984 - Richard Stone • 1983 - Gerard Debreu • 1982 - George J. Stigler • 1981 - James Tobin • 1980 - Lawrence R. Klein • 1979 - Theodore W. Schultz, Sir Arthur Lewis • 1978 - Herbert A. Simon • 1977 - Bertil Ohlin, James E. Meade • 1976 - Milton Friedman • 1975 - Leonid Vitaliyevich Kantorovich, Tjalling C. Koopmans • 1974 - Gunnar Myrdal, Friedrich August von Hayek • 1973 - Wassily Leontief • 1972 - John R. Hicks, Kenneth J. Arrow • 1971 - Simon Kuznets • 1970 - Paul A. Samuelson • 1969 - Ragnar Frisch, Jan Tinbergen
bir şey var mıydı? sen başladığında henüz cumhuriyet kendi kendini yönetmek değildi be çavuş!
sen o hep boyunca gelen gün, boyunca tevye, boyunca mugallit! ey gülen gözlerini sevdiğim pirim. gülmemezlik etme bizi sevindir. biz bir dünya olan senin devrin. sen benim en sevdiğimin sebebi, ötesine söz atsam düşer mi, daha ne desem ne yiyip ne içsem bu tadın üstüne.
son, üzülmek için iyi bir başlangıç mıdır, yoksa çok mu geçtir her şeyin tekrar edildiği o deftere ve bu, yapmayıp, yapacağım diyip diyip yapmayış mı öldürüyor kalbin heyecanını.
bir şey vardıysa o gitti. çok mu büyük lokman getti. üstümüze üflenince titredik ama sönmedik. ne anlatıyorum ben. bu dünyadan iyi geçtin memet ali. öte mahlede senden iycesi varsa adaşındır, başkası değil.
Devrim Sevimay'ın Eylül 1'de başlattığı yazı dizisi;
1 Eylül AKP'ye Karşı Aynı Netlikte Yapılanma Şart DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi Pir Sultan Abdal Derneği Genel Başkanı Fevzi Gümüş Diyarbakır Barosu Başkanı Sezgin Tanrıkulu
6 Eylül Devletçilikle Oy Almak Zor Prof. Dr. Baskın Oran Toplumsal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı (TESAV) Başkanı Erol Tuncer
7 Eylül Çözüm Birliktelikte SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın Sosyalist Tarihçi-Yazar Erdoğan Aydın
8 Eylül Parti Kurmak Zor CHP'yi Değiştirelim Eski CHP Genel Başkanı Gazeteci-Yazar Altan Öymen Eski CHP Genel Sekreteri, KONDA Araştırma Şirketi Yön. Kur. Başkanı Tarhan Erdem
9 Eylül Çözüm İşbirliği Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen
10 Eylül Umut Yeni Orta Sınıf ODTÜ Sosyoloji Bölümü Öğr. Üyesi Prof. Dr. Sencer Ayata
yeni adamlar getirmişler fabrikaya. iri iri adamlar. birisine arap derlermiş. halbuki araplar zenci değildir. zenci olan benim. talihsizliğe bakın ki porno film zencisi değil, alalade bir zenciyim ve bazen sinuzit olduğumu düşünürüm. halbuki alakası yok, pudrayla beyazlaşmak bizde baba mesleği. dün ölenlerin bebeleri bugün dede oldular.
siz insanın dudağıyla anılması nedir bilmezsiniz, ben bilirim. bu dudaklar en çok 'halbuki' demeyi sever. bu üzgün ve yaşlı kelime, bu hal, bu bu ve bu ki. halbuki. dede üzülür ya anlamayışını torununu. torununun yeni adetlerini ve kendine benzemeyişini, ülkesi tar u mar edilen bir şah'ın gülistanından izlediği gibi, kaygıyla, elinden bir şey gelmeyerek ve ah ederek izler ya, öyle. halbuki öyle bir ses uyumudur.
Bildiğim kadarıyla 225 bin adetle en yüksek sayıda kaynak taranarak yazılmış kitap, Napolyon Bonapart hakkında olandır. Prof. Niyazi Berkes’in “Türkiye’de Çağdaşlaşma” adlı kitabı da dünyada en yüksek sayıda kaynak taranarak yazılmış ilk 20 kitap arasındadır, 35 bin kaynaktan oluşan bibliyografyaya dayalı bir eserdir. Ve bir başka büyük yazar; Bernard Lewis’in “Modern Türkiye’nin Doğuşu” adlı kitabının da 32 bin kaynak taranarak yazıldığı bilinir.
Seni birden hatırlarım akşamlar içinde fevkalade tatlı bir sesin söylediği söyle kolay dokunaklı aydınlık ve temiz gittikçe yakınlaşan bir melodi gibi kalbim artık ürperen bir mandoline benzer ne güzel şeydir seni hatırlamak saçların örülmüş örülmüş olsun ve beyaz ellerin geceye karşı çıplak porselen tabakta yıkanmış kayısılar yere düşmüş bir kitap bir şiir kitabı içinde hürriyetten bahseden mısralar insan bir düşünse ne çok şey bulabilir hatırlamak gülmek ve ağlamak için arzularımız nereye sürüklüyor bizi neredeydik hangi rüzğara karıştık ve şimdi ne tür manzaralar çekiyor karanlık içinde açılmış gözlerimizi saçların mutlaka örülmüş olmalı mektepli bir kıza benzemelisin aklında kimbilir kimden bir mısra gözlerin nur gibi parlasın saadetten
Bir plak gibi dönüyor gökte mavilik Sesi aşağıda, çok aşağıda Üstünde bir duvarın. Duvarsa Dondurma yiyen bir çocuğun eli sanki Taşmış akıyor Öpüyor toprağı kanatan nar çiceklerini.
Efendim 90lı yıllarda, malumunuz serbest piyasaya yeni yeni entegre olmaya başlayan Türkiye'de şimdikinden fazla orta sınıf vardı. şimdilerde orta sınıf ya büsbütün zenginleşmekte veyahut da bilakis işte.
Bir kamu işçisi olan babam, cumhuriyetin kurduğu bir sanayi şehrinde işini icra ediyor ve şehre göre ortalama bir maaş alıyordu. Ancak, iş için göç ettiği kasabaya ilk 10 sene sanırım hep geri dönmek umuduyla yaşadı ve asla yaşadığı bu sanayi şehrini kendisinin bilmedi, hep o kasabaya aitti ve o kasaba onu hemen bağrına basacak sandı. Kasaba için biriktirdi, yemedi, içmedi, imar etmedi, dostluk kurmadı.
Esas Olay
Babalarından yeterince (belki de hiç) harçlık alamayan 6-11 yaş aralığındaki bebeler çeşitli yollar deneyerek para kazanmaya çalışırlardı. Bunlardan en popüleri ve piyasaya giriş maliyeti sıfır olanı ise teneke toplamaktı.
Nedir bu teneke? Teneke, halen piyasaların ve gençlerin vazgeçilmezi olan soğuk içiceklerin kabı. İşte kutu kola kapları vesair.
Tenekeleri ne yapardık? Tenekeleri bulduğunuzda, dik bir şekilde durdurur ve ayağınızın altıyla çatırt diye ezerdiniz ki, poşetinizde yer açılsın. Önceleri her bulduğumuz tenekeyi toplar, demirciye götürürdük. Demirci elinde birşeyle hangisini alıp hangisi almayacağını seçerdi.
Bilin bakın elindeki şey ne idi? Mıknatıs! Herifin elindeki şey bir mıknatısdı ve mıknatıs bu üçkağıtçı hurdacıya bu tenekelerden hangisinin demir hangisinin alimunyum olduğunu gösterirdi, bilmem söylememe gerek var mı, mıknatıs demiri çeker, alimunyumu çekmez ve para eden de alimunyumdur.
İnnovasyon Bir mıknatıs edindik ve böylece lojistik maliyetimizi yarı yarıya indirdik. Böylece daha az tenekeyle aynı parayı kazanıyorduk.
Ar-Ge Yaptığımız araştırmalar sonucunda bugün de halen rakibi Tuborg'un aksine piyasadan silinmemiş olan Efes Pilsen kutularının hiçbirinin mıknatıs tarafından çekilmediğini dolayısıyla alimunyum olduğunu kavradık. Ve böylece aynı zamanda daha çok teneke toplayabiliyor, daha çok para kazanabiliyorduk.
Büyüme Teneke toplarken yaşayacağınız en güzel olay, şükür secdesi gerektirip gerektirmediği hususunda alimlerin el'an tartıştığı, 'Efes Pilsen Depozitolu Şişe' bulmanızdır. Çünkü bir Efes Pilsen Depozitolu Şişe, (şimdi tam hatırlamıyorum lütfen aklındao lan varsa bildirsin) bir kilo tenekenin değerini %50-%100 oranında kendi başına karşılıyordu.
Bir seferinde 8 ( yazıyla sekiz) adet 'Efes Pilsen Depozitolu Şişe' bulmuş ve kendimden geçmiştim. Allah'ım o ne büyük ihsandı. Dünyanın parasıydı. Şimdi kaç lira bilmiyorum.
Piyasanın Acımasızlığı Piyasa sizin canınızı çıkarmaz siz hep küçük toplayıcı olarak mevcut olabilirsiniz ancak benim pek de şerefli olmayan ve insani kurallardan payını almamış ortağımız tenekelerimizi sakladığımız yerden çıkarıp.. (Devamı alttaki sorudan sonra)
Nereye Saklanır? Tenekeler ve 'Efes Pilsen Depozitolu Şişe' eve saklanmaz çünkü ebeveynler bebelerinin böyle işler yapmasını istemezler. Bebeleri de onlardan gizli yaptıkları için, ürünlerini eve getiremez, çalılığa çırpılığa saklarlar. Esasında böyle bir ihtiyaç da pek hasıl olmaz, çünkü toplayıcılar genelde ellerine ne geçerse aynı gün içinde tarttırıp satar ve meybuz filan alırlar.
Piyasanın Acımasızlığı (Başlangıcı üstteki sorudan önce) tek başına satmış. Ve Türkiye saatiyle 11 gibi evimizin kapısını çalıp 'la oğlum tenekeler orda yok la' demişti. Kendisi itiraf etmese de, öncesini ve sonrasını bildiğim bu herifin bu tenekelerin orda olmamasının müsebbibi olduğuna iman etmişimdir.
Emeklilik Sigortasız çalıştığımız için bir emeklilik olayı olmuyor ancak Bağ-Kur mümkünse de, gençlikte emekliliğimizi görebilecek kadar ileri görüşlü değildik maalesef.
Son Belli bir yaştan sonra teneke kutu elinizde iğreti durur, alamazsınız. Her 'Efes Pilsen Depozitolu Şişe' gördüğünüzde içiniz gider, herkesin elinde bir şişe olduğu bir ortamda hele, 'ulan ev sahibine kalcak hepsi atmasalar bari' deyu deyu günleriniz geçer.
You know those people that you will always remember how they made you feel?
Elery was one of them.
I was not much of a social butterfly in high school, I was so shy. Elery was just one of those cute guys who was really nice and funny. Really respectful and really proper.
I hadn't gone out clubbing in a while, so when I went to help out my friend Adriana for an event she put together last week, it was a big deal for me to even go out.
And I ran into Elery. We talked a little about how things since high school....you know, it HAD been 11 years!
Last time we emailed each other was on myspace, so it was nice to see him in person after all these years. Regardless, he was always doing his thing and doing well.
We chatted at the club for a while before the night was over.
Ergenekon İddianamesini 6 parça halinde indirebilirsiniz! Hem de bakın 1'in üstüne tıklıosun 400 sayfa iniyor. Allah'ın işi bunlar indirin 400, 400! 1 23456
Yurttaşlarıma bu dev hizmeti sunmaktan gurur duyarım.
Tilki insana saldırmaz, kediden biraz büyükçedir. Ama kurt, köpek kadar vardır.
Köpekler tilkileri çok kolay boğabilirler. Tilki'ler pancar tarlalarında da pekala yaşayabilirler ve yavru tilkiler kelebeklerle oynaşır.
Kurt insana saldırır. Ama esasında tüm hayvanlar Ademoğlu'ndan korkarlar.
Tilki kümeslere saldırır ve öldürdüğü tavukları yer. Gelincik de kümese saldırır ama gerizekalı ve tipsiz olduğu için sadece tavuğu öldürür -annemin dediğine göre kanını da içermiş- bırakır.
Tilki kümesin kapısı açıksa ya da tavuk açıktaysa saldırır. Ama gelincik, Osmanlı Lağımcıları gibi, tünel kazarak kaleye dalar.
Gel gelelim, postları için Tilki'leri siyanürle zehirliyenler, lanetlenmesi gereken, hayvandan da aşağı mahlukattır.
Hayvan, esas itibariyle, Arapça kökenli bir kelime olup, Türkçe'deki 'yaratık' kelimesinin karşılığıdır. Ama zamanla kullanıla kullanıla hayvan olmuştur.
İngilizce'de 'pauper' diye bir kelime var, bilenenler bilirler, fakir demektir.
Hıncal Uluç'dur, Çetin Altan'dır ve benzeridir yazarlardan eğer Birleşik Krallık'ta da varsa, orda da;
okumak para etmiyor, aslında kağıt işlerinin hiç biri para etmiyor bakınsana 'paper', bir 'u' ekleyin oldu mu size pauper! dilimiz bize birşeyler mi anlatmaya çalışıyor nedir...
diye yazmışlar mıdır? Ya da hala yazıyorlar mıdır? Aman pek mühim.
Bir bakmak lazım. Büyük bir imparotorlukken, I. Dünya Savaşı sonrası ellerinde bi bok kalmayan (bu bize tanıdık bir ülkeyi hatırlatıyor) Avusturyalı'ların, kimseyi beğenmeyen, ülkesini beğenmeyen, kendini de beğenmeyen Yazar'ı!
Nicolaas Thomas Bernhard, İkinci Dünya Savaşı sonrası Alman Edebiyatı'nın en önemli yazarlarından biri sayılmaktadır. Yapıtlarında ülkesi Avusturya'ya karşı büyük bir öfke görülür. Taşranın dar kafalı tutuculuğu, düşünsel gelişime sekte vuran bencilliği ve dışlayıcılığı yazarın üzerinde en çok durduğu temalardır. [wiki'den]