Ahmet İnsel
19.08.2007 - RADİKAL II
Sorun, din derslerinin zorunlu olup olmamasını aşıyor. Sorun, din ve vicdan özgürlüğünün teminat altına alındığı iddia edilirken, Sünni İslam'ın fiilen resmî devlet dini haline getirilmesinde yatıyor.
1982 Anayasası'nda yer alan, "Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır" hükmünün değiştirilmesi veya kaldırılması tartışması başladı. Bu da, yürürlükteki uygulama hakkındaki gerçeklerin bir kez daha çarpıtılmasına yeniden vesile oldu. Çarpıtmayı özetleyelim: "Bu dersler, öğretmen, içerik ve haftalık ders saati açısından 'din dersi' özelliğine sahip değildir." Bu iddiayı desteklemek için genellikle iki kanıt öne sürülüyor:
1) Müfredatın ve ders kitaplarının düzenleniş şekli, dini öğretmek ve bazı konularda din eğitimi vermek amacından uzaktır. Daha çok vatandaşlık bilgileri, genel ahlak kuralları ve sosyal konuları içeriyor.
2) Bu ders haftada sadece iki saat verilebiliyor. Bu dar sürede değil din eğitimi vermek, din hakkında ansiklopedik bilgi aktarımı bile mümkün değildir. Bu iki iddianın da gerçeği yansıtmadığının kanıtlarını biraz ileride ele alacağız (ayrıca bu konuda bkz. 17.4.2005 ve 5.6.2005 tarihli Radikal İki'lerdeki yazılarım). Önce Türkiye'de Cumhuriyet tarihi içinde ilk ve orta eğitimde din dersinin statüsünde yaşanan değişiklikleri hatırlayalım.
Zorunlu seçmeli
Din dersleri, 1924'te Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun yürürlüğe girmesinin ardından, "Kuran'ı Kerim ve Din Dersleri" adı altında ilkokulun 2. ve 3. sınıflarında haftada iki saat, 4. ve 5. sınıflarda bir saat, ortaokulun ilk iki yılında ise "Din Bilgisi" adı altında haftada bir saat okutulmaya başlandı. 1927'de din dersine katılma, öğrenci velilerinin onayına bağlandı. 1931'de ortaokullardan, 1935'te ilkokullardan din dersi kaldırıldı. 1948'de, ilkokulların son iki sınıfına, isteğe bağlı olarak ve program dışı "Din Bilgisi" dersi yeniden konuldu. Demokrat Parti hükümeti, 1950'de bu dersi program içine aldı. O zamana kadar velinin istek dilekçesiyle verilen dersi, bütün öğrencilere verilir hale getirildi. Çocuklarının din dersi okumasını istemeyenler, dilekçe vererek bu dersten muafiyet elde edebiliyorlardı. "Zorunlu ama seçmeli" uygulaması böylece başladı. 1956'da, bugünkü 6. ve 7. sınıflara seçmeli din dersi kondu. 1967'de bu dersler lise 1. ve 2. sınıf programında da yer almaya başladı. Ardından 1982 Anayasası'yla, din ve ahlak bilgisi dersleri ilk ve ortaöğretimde zorunlu ders mertebesine yükseldi. Ahlak bilgisi dersiyle din dersi birleştirildi. İlköğretimde 4. sınıftan başlayarak 8. sınıfa kadar haftada iki saat, liselerin bütün sınıflarında ise haftada birer saatlik zorunlu ders olarak okutulmaya başlandı. İki yıl önce MEB, liselerde de bunun haftada iki saate çıkarılmasına teşebbüs etti. Yanılmıyorsam, hayata geçiremedi.
Geçtiğimiz yıllarda, Süryani bir ailenin çocuğunun bu dersten muaf tutulması için açtığı davayı karara bağlayan Danıştay, Müslüman olmayan ailelerin çocuklarının zorunlu din dersine tabi olmayacağına karar verdi. Bunun için, çocuğun din hanesinde İslam'dan başka bir din yazıyor olması veya bu hanenin boş olması kuralı uygulanmaya başlandı. Buna karşılık, Alevi bir aile, iç hukuk yolları tükendiği için, 2004'de aynı konuda AİHM'de dava açtı ve davayı 2006'da kazandı. Kararda zorunlu din derslerinin AİH Sözleşmesi'nin 9. maddesine aykırı olduğu belirtiliyordu ama herhangi bir dinsel doktrinin eğitim müfredatında yer alamayacağı iddia edilmiyordu. Karar, "farklı inançların kendi dinlerini öğrenme hakkının ortadan kalkması"na vurgu yapıyordu. Önümüzdeki günlerde zorunlu din dersleri konusunda AİHM nezdinde yapılan başka müracaatların da karara bağlanması bekleniyor. Diyanet İşleri Başkanı, bu konuda şimdiden önlemini aldı: "İki gün sonra AİHM Atatürk ilke ve inkılapları dersini de insan haklarına aykırı görebilir. Tek bir tarih okutun diyebilirler. Ne zamana kadar insan hakları deyince akan suları durduracağız?" İki dersin aynı düzlemde ve birbirini destekler biçimde savunma hattına yerleştirilmesi, sizce anlamlı değil mi?
İlahiyatçı öğretmenler
YÖK'ün aldığı kararı takiben, 1998'de 11 ilahiyat fakültesinde ilköğretim din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenliği bölümleri açıldı. İlköğretim okullarında Anayasa'nın öngördüğü zorunlu derslerin bu bölümlerden mezun kişiler tarafından okutulmasına başlandı. Bugün 13 bin civarında "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi" öğretmen kadrosu var. Bazı çevrelere göre 30 binin üzerinde branş öğretmeni açığı olduğu iddia ediliyor. Görüldüğü gibi, yeterli kadro oldukça, öğretmenlerinin sadece İlahiyat Fakültesi bünyesinden yetiştiği bir eğitim bu. Nasıl Milli Güvenlik dersini subaylar yapıyorsa, zorunlu "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi" dersini de ilahiyatçıların yapmasından daha doğal ne olabilir laik ve dahi demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nde?
Gelelim müfredata. 2517 sayılı Tebliğler Dergisi, söz konusu dersin bireysel, toplumsal, ahlaki, kültürel ve evrensel açılardan amaçlarını özetlerken, müfredatın aşağı yukarı yarısını genel ahlak konularına ve biraz da dinlerle ilgili genel bilgilere ayırıyor. Diğer yarısını ise özetle, İslam'ın iman, ibadet ve ahlak esaslarını tanıyabilmeleri ve öğrenebilmelerine. Buna karşılık, söz konusu derslerin kitaplarına, derslerin planlarına, işlenen konuların detaylarına, sınavlarda sorulan sorulara bakıldığında ise, dersin çoğunlukla Sünni İslam şeraitinin öğretilmesine ayrıldığını görüyoruz. Çoğunlukla kelimesi önemli. Bazı okullarda bu dersin programlarına, sınav sorularına bakıldığında genel bir din ve ahlak bilgisi dersinin yapıldığını da görebiliyoruz. Ama büyük çoğunluk, sekiz yıla yayılan bu zorunlu dersi, esas olarak Sünni İslam'ın ilkelerini ve ibadet kurallarını öğretmeye hasrediyor. Bu konuda çok somut örnekleri gerekirse bir başka yazıda sunabilirim.
Bu programlarda elbette "Kutsal kitapları tanıyalım" veya "Budizm, Hinduizm", "Günümüzde yaşayan büyük dinleri tanıyalım" gibi genellikle bir iki haftayı geçmeyen konular da var. Ailenin öneminin yanında, "meleklere iman, imanın şartlarındandır" bilgisi de öğretiliyor. Sınav soruları da genellikle yukarıdaki müfredata denk düşüyor. Bu müferadata rağmen, bugün bazı Müslüman kanaat önderleri, "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri, Aleviler için ne ise Sünniler için de odur. Yani ikisi için de din dersi değildir. Çocuğunu İslam ile ilgili konularda bilgili ve dindar yetiştirmek isteyen aileler için bu dersin -bu haliyle- çok fazla değeri yoktur" iddiasında bulunuyorlar. Bu iddia sahiplerine göre, İslam dini eğer tüm okullarda gerçek şekilde öğretilecekse bunun için, seçmeli de olsa, Kuran dersi ve hadis, siyer, akaid gibi eğitim boyutu güçlü diğer dersler de okutulmalıdır. Aksi takdirde buna "din dersi" demenin bir anlamı olmaz.
Dışişleri Bakanı Gül, 2006 yazında, AİHM kararı tartışılırken, zorunlu din dersi konusunda, "Benim fikrim, hiçbir şeyin zorunlu olmamasıdır. Ama benim çocuğum da din bilgilerini düzgün bir şekilde öğrensin diyen ailelerin çocuklarına okullarda en düzgün şekilde öğretilmelidir ki, ortaya düzgün bir şey çıksın" değerlendirmesini yapmıştı. Bu değerlendirmeden hareketle, zorunlu din dersi uygulamasının kaldırılmasının, okullarda seçmeli bir "doğru düzgün din dersi" uygulamasına geçme kapısını açabileceği düşünülebilir. Bunu Kur'an kurslarının camilerden okullara aktarılması olarak tanımlamak da mümkün. Ama bu konuda hemen Gül'ü taşlamayalım. Türkiye'de laik Cumhuriyet Anayasası, din ve ahlak eğitim ve öğretiminin devletin gözetim ve denetimi altında olmasını zorunlu kılıyor. Bu durumda, devletin denetim ve gözetimi altında din eğitimi verilir gibi laikliğe bütünüyle aykırı veya bizimki gibi kendine özgü laikliğe yaraşır bir ilkenin, en sonunda Kur'an kurslarının okullara taşınmasına karşı da diyecek bir sözü kalmıyor.
Görüldüğü gibi, sorun din derslerinin zorunlu olup olmamasını aşıyor; sorun, din ve vicdan özgürlüğünün teminat altına alındığı iddia edilirken, Sünni İslam'ın fiilen resmî devlet dini haline getirilmesinde yatıyor. İşte burada, görünüşteki büyük tepişmeye zıt düşen, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın konumunu da içeren çok güçlü bir zımni ittifak kendini gösteriyor. Önümüzdeki anayasa değişikliği tartışmaları, muhafazakâr ve otoriter cumhuriyetçilerin devlet gücünü elinde tutarak toplum üzerinde hegemonya oluşturma merkezli reflekslerinin birbirine nasıl benzediğini bir kez daha görmemizi sağlayacak. İleride bu iki tarafın anlaşıp birleştiğini görürsek, şaşırmayacağız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder