Ahmet İnsel
05/06/2005 RADİKAL II
Laik olduğunu iddia etmekle yetinmeyip, bunu bir anayasa hükmü olarak ifade eden bir devlette, kamu ilk ve ortaöğretim kurumlarında din dersi olabilir mi? Hadi oldu diyelim, bu ders zorunlu olabilir mi?
Laik olduğunu iddia etmekle yetinmeyip, bunu bir anayasa hükmü olarak ifade eden bir devlette, kamu ilk ve ortaöğretim kurumlarında din dersi olabilir mi? Hadi oldu diyelim, bu ders zorunlu olabilir mi? O da oldu diyelim, bu derste Kur'an okutulup, abdest ve teyemmüm uygulamalı olarak öğretilebilir, öğrencilerden namazın kılınışı ile ilgili sunum hazırlamaları beklenebilir mi? Bütün bunları Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersi adı altında paketleyip, sunmak, bu zorunlu derslerin varlığının laiklikle bağdaştırılması için yeterli mi? Bütün bu sorulara evet yanıtı verildikten sonra, Bektaşi babasının ünlü yanıtından esinlenerek durumu özetlemek kaçınılmaz oluyor: Laiklik yok diyeceğiz ama dilimiz varmıyor.
Karmaşanın böylesi
Aslında yukarıdaki sorunlara kaynaklık eden ana sorun, bu haliyle varlığı laiklik açısından son derece sıkıntılı olan Diyanet İşleri Başkanlığı'dır. Nüfus kütüğünde din hanesinin yer aldığı, bu zorunlu bilgi kaydına göre nüfusunun yüzde 99'unun Müslüman olduğu bir ülkede bütün bunlar doğaldır denebilir. Laik bir devlette, sıfatı Milli olan bir Eğitim Bakanlığı'nda koskoca bir Din Eğitimi Genel Müdürlüğü'nün yer alması gibi. Milli Din Eğitimi'nden sorumlu bir kamu kuruluşunun olduğu yerde laiklik de kendine özgü olur. Laikçilikle devlet dini arasında salınır.
Aynı ülkede üniversitelere kız öğrencilerin başörtüsüyle girmeleri laiklik gereği yasaktır ve bu yasak azim ve şiddetle takip edilir. Kamu alanlarında türbanın varlığı konusunda cephe savaşları verilir. Kamu alanında bir dinin propagandasını yapmak yasaktır. Ama nüfusunun yüzde 99'u Müslüman olan bir ülkede yaşandığına göre, Sünni İslam'ın tanıtılması ve yayılması konusunda medyada, günlük yaşamda doğal olarak bir kısıtlama uygulanmaz, uygulanamaz. Sünni İslam'ın dışında bir dini inancın tanıtımını yapmaya, tebliğde bulunmaya gelince laiki İslamcısı hep bir ağızdan misyoner faaliyeti, bölücülük diye huzursuzlanmaya başlar. Sünni İslam da resmen sadece devlet denetim ve gözetiminde öğretilebilir. Yeni Ceza Kanunu'nda son anda yapılan değişikliklerin işaret ettiği gibi, izinsiz eğitim faaliyetinde bulunanlara, ki burada tartışma din eğitimiyle sınırlıdır, ne ceza verileceği neredeyse bir rejim sorunudur. Bu ülkede irtica tehlikesi üzerinden siyaset yapan gelenek, anayasaya zorunlu din dersini kendisi koyar. Başı sıkışınca
Türk-İslam sentezi girişimlerinden medet umar.
Bu laik ülke şimdi Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi derslerini ortaeğitimde haftada iki saate çıkarmaya hazırlanıyor. Daha önce Talim ve Terbiye Kurulu'nun aldığı müfredat reformu kararı çerçevesinde, Din Eğitimi Genel Müdürlüğü, lise 9. sınıftan itibaren bu derslerin haftalık program çizelgesini hazırladı. Müslümanlık dışındaki dinlerin varlığından haberdar olunması için bu dinlerle ilgili bilgiden bir tutam, Aleviliğin bir tasavvuf geleneği olarak tanıtılmasından kaşık ucuyla müfredat kazanına atılırken, Sünni İslam öğreti ve pratiğinden büyük kepçelerle boca ediliyor. Anlaşılan İmam-hatip okullarının eski konumlarına kavuşmasının mümkün olmadığı tesbitinden hareket ederek, bu kez laik eğitim sisteminin içinde dinin varlığını güçlendirmeye karar kılınmış.
Haftada iki saat ve zorunlu olmak üzere, ilköğretimde iki yıl, ortaöğretimde dört yıl devam eden ve tüm eğitim kurumlarını kapsayan bir dini pratik eğitimini laiklikle bağdaştıranların, üniversite kapısında türbanlı kız görünce ifrit olmalarını anlamak kolay değil. Ya da laikçi cephe, ortaeğitimde derste Kur'an okunurken, namazın kılınışı ile ilgili sunum yaparken kızların başlarının açık olması savaşı vermeye hazırlanıyor. Önümüzdeki dönemde sadece üniversitelerde değil, ortaeğitimde de kız çocuklarını bu iktidar mücadelesinin tarafları esir alacaklar demektir.
Türkiye'nin yüzde 99'u Müslüman olan bir ülke olduğu için bütün bu çelişkiler doğal mı? Devlet hem bir dini inanç ve pratiği öğretmek hem de onu yakından denetlemek ve ehlileştirmek misyonunu birlikte götürmek ve bu yolla milli birlik ve beraberliğin harcını sağlam tutmaya çalışmak zorunda mı? Galiba hem anayasa hükmü olarak yer almasının dünyada ender örneklerden biri olduğu, hem de yarım yamalak laik olmaktan öteye geçemeyen bu laiklikliğin iç çelişkilerinin kaynağında tarihin bir cilvesi var.
Yahya Tezel, "Tanzimat Sonrası İmparatorluk ve Cumhuriyet Türkiyesi'nde Muhafazakârlık Sorunsalı" başlıklı yazısında ('Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce' dizisinin "Muhafazakârlık" cildi), laiklik ihtiyacının, "Cumhuriyet öncesi Türkiyesi'ndeki zorlayıcı toplumsal gerçekliğe oturduğunu" belirtir. Toplam nüfusun yüzde 20'sinin Hıristiyan olduğu bir ülke gerçeğinde, eşitliğe ve ortaklığa dayandırılabilecek tek seçenektir bu. Sadece bir elitin fantezisi değil, o dönemin Türkiyesi'nde zorlayıcı bir toplumsal gerçekliktir. Ne var ki laiklik yürürlüğe girdiğinde onu empoze eden toplumsal gerçeklik ortadan kaybolmuş, nüfusunun neredeyse tamamı Müslüman olan bir toplum ortaya çıkmıştı. Kalan Müslüman olmayan küsuratın büyük bölümünün de sonradan yaşadıkları toprakları, anavatanlarını terk etmeleri veya ettirilmelerinin sonucunda, nüfusun yüzde 99'unun Müslüman olduğunun iftiharla vurgulandığı bir Müslüman toplum haline gelindi. Tezel, böyle bir toplumda Müslümanlığa referans yapmayı aşan bir kamusal/hukuki alanın gerekçesini seçmene anlatmakta bir hayli zorlanılmasına dikkat çekiyor. "Bugünün Türkiyesi'nde laikliğin, l. Dünya Savaşı öncesi Türkiyesi'ndeki kadar güçlü olgusal gerçeklik temellerine dayandırılamadığına" işaret ediyor.
Laiklik ilkesi, Türkiye toplumunu oluşturan farklılıkların birlikteliğinin olmazsa olmaz harcı olarak değil, devletin kurucu zümresinin kendisine en yakın ve güçlü siyasal rakip olarak gördüğü İslami zümreyi etkisiz bırakma girişiminin bir aracı olarak hayat buldu. Bu nedenle de laiklik, devletin dini alanı örgütlemesi, düzenlemesi ve denetlemesi, resmi din hizmeti ve eğitimi anlayışını yerleştirmesi gibi bir uygulamaya yol açtı. Devletin kurucu zümresi etrafında kenetlenen toplumsal blokun karşısında yer alanlar da, tam da bu uygulamalar toplumun yüzde 99'unun taleplerini karşıladığı için, İslam'ın kamusal/hukuksal alanda varlığının demokratik bir talebi yansıttığını iddia ettiler. Devlet dışında elde edemedikleri dini pratik özerkliğini, bu kez resmi din alanını genişleterek telafi etmeye ve seçmenle ilişkilerinde bunu kullanmaya özen gösterdiler.
Devletin güvenliği için, etnik ve dini olarak homojen bir toplum yaratma sevdasının öngörülebilir bir sonucu, bu homojenliğin yegane mümkün ortak payda olan dini aidiyete indirgenmesiydi. Bugün laikliğin, zorunlu din eğitiminde olduğu gibi iyice sulandırıldığı ama diğer yanda başörtüsü savaşlarının verilmeye devam edildiği bir çelişkiler yumağı içinde boğulmasının nedenlerini sadece son 10 veya 30 yılın gelişmeleriyle açıklamak mümkün değil. Son kırıntılarını da tasfiye ederek bütünüyle huzura kavuşacağımıza inandığımız dini azınlıkların, nüfusun yüzde biri değil de örneğin yüzde 15'ini oluşturduğu bir Türkiye'de, bu haliyle zorunlu din eğitimi, bugünkü haliyle Diyanet İşleri Başkanlığı ve benzeri kendine özgü "laik" kurum ve pratikler var olabilir miydi?
Bu homojen toplum sevdasından son tahlilde hangi siyasal akımların yararlandığını gördük. Günümüz Türkiyesi'nin bu kültürel gerçekliğinin mimarlarının izinden gidenler, laikliğin içinden çıktığı o farklı geçmişimizi toplumsal hafızadan bütünüyle kazımaya özen gösteriyorlar. Sonra da laiklik elden gidiyor diye haykırıyorlar. Laikliğin, aynı zamanda etnik, dini ve kültürel alanda homojen olmayan, bu konularda farklılıkların olmasının meşru olduğu bir toplumda toplumsal gerçekliğe tekabül ettiğine ikna olsalar, korkarım o zaman en gürültülü laiklik aleyhtarları laiklik elden gidiyor diyenler içinden çıkacak.
kaynak maynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder