mistizm, eşitlik ve hürriyet’ten
Bir dinin gelişmesi izleyicilerinin ilerlemesine bağlıdır. bunu genel-geçer bir kural olarak kabul edebiliriz. Hinduların, -bir yüzyıl öncesine kadar- müslümanlar tarafından, nasıl geriliğin, yıkılışın, (şirk’in) ve cahilliğin timsali olarak görüldüğünü biliyoruz: ineğe taptıklarından vs… Ama, şimdi hinduizm hakkında yazılan kitapları karıştırıyoruz da, islam hakkında yazılanlarla karşılaştırma bile kabul edemediğini görüyoruz. Radhakrişnan ineğin kutsallığı üzerinde felsefi yorumlarla dolu bir kitap yazmış ki, bizim ‘tevhid’ üzerine hiç öyle bir eserimiz yok. Şimdi de, hindu aydınlar dünyanın en yüze felsefi düşüncelerinden hiç de aşağı kalmayan yorumlarda bulunuyorlar, ‘şirk’ ve hindistan’ın sayısız tanrıları üzerinde. ama, bizim son derece gelişmiş (en azından tarihi bakımdan, hindularınkinden iki bin yıl daha eski) bir dinimiz var; gel gör ki, bizim elimizde bayağılaşmış ve zavallılaştırılmıştır…
Ne olursa olsun, mistisizm, asli insan fıtratından kaynaklanan zihni bir akımdır. ‘Mistisizm’ kelimesi en geniş anlamıyla bu dünyadayken insanların sahip olduğu iç sezgi, içten gelen kavrayış duygusu demek olup, bu anlayış duygusundan kim yoksun olursa, öz anlamda, insani aşamaya henüz varamamış durumdadır. (Darwin’in deyimiyle) yalnızca kuyruğunu yitirmiş ve kılını dökmüştür daha. Aksi durumda, dünyalık ve maddi hayatımızda, bu göğe ve tabiatın bu düzenine baktığımızda, ürkmemek elimizde değildir.
. . . Evet, - insanın görünmeyene olan eğilimi onu alçaltır – diyen materyalistlerin aksine, biz diyoruz ki, insanı gerçekten alçaltan, var olana karşı eğimidir. Tabiatta bulunmayan değerlerin peşinden gitmekle, o tabiatın üstüne çıkar ve türünün manevi ve asli gelişimini güvenlik altına alır. İşte mistisizm, insanlığın içinde parlayan bir fenerdir. Maddi insanı tabiatın sınırları üstünde ve ötesinde maddi dışı bir varlık şekline dönüştüren bir katalizördür o. İnsanı burada olmayana götüren bir çizgidir. İnsanın manevi evrimini oluşturan şey. Günlük hayatla ilgili ekonomik, politik, ahlaki, vb. hükümlerini göz önüne almazsak, bütün dinlerde bu tek mistisizm kökü vardır. Doğu’lu ve Batı’lı , tek tanrıcı veya çok tanrıcı olmak bu durumu değiştirmez, çünkü bu konular, dinin türü ve evriminin derecesiyle ilgilidir.
Şurası çok ilginçtir, Sartre, artık ( bir 19.yy. düşünürünün söyleyebileceği gibi ) Allah yoktur ve din insanlara bela olan bir hurafedir demiyor. Bunun yerine ‘Allah’ın yokluğu bütün varlığı amaçsız ve anlamsız yapmıştır, fakat ne yapalım ki durum böyle elden ne gelir’’ diyor. Allah’ı olmayan bir tabiat Sartre için sıkıcı, aptalca, duygusuz ve insanın ihtiyaçları için yetersizdir. İnsanın tabiatta bir sürgün hayatı yaşadığını ve kendine yabancılaştığını kabul ediyor o, ama Allah’a da inanmıyor. Sonra diyor ki, Allah oolmayınca herşey serbesttir, çünkü, iyiyi ve kötüyü inandırıcı yapan sadece Allah’ın varlığıdır.
Allah’sız olmakla, hiç kimsenin, gören hiçbir gözün bulunmadığı bir evde olmak arasında fark yoktur. İnsan böyle bir evde:, , diye sormaz; bu tür sorular anlamsızdır. Sizi gözetleyen hiçbir gözün olmadığı bir evde terbiyeli ve terbiyesizce oturmak gerçekten hiç birşeyi değiştirmez. Doğru oturuşu, yanlış oturuştan ayırmak, güzeli çirkinden, iyi davranışı kötü davranıştan, haklı sözü haksızından ayıretmek bir gözetleyicinin varlığını gerektirir. Tabiatta gözetlemek için gören hiçbir göz bulunmazsa, hainle sadık, kendini inanç ve değerler uğruna feda edenle, başkalarını kendi yükselişi uğruna feda eden arasında hiçbir fark olmaz. Hareketleri çin hiçbir mutlak ölçü olmadığından, herkes birbirinin aynıdır.
Bütün bunlar, bu düşünürlerin, Allah’ın ve dinin yokluğunu bir eksik olarak algılamalarının şeklini gösteriyor; gel gör ki inançsız olmakla da, böylesi düşünürler, yalnızca bu yokluğu değil, yalnızlığımızı ve sürgün yaşamaya olan mahkumiyetimizi de kuvvetlendirmiş oluyorlar. Bu, ilk insan fıtratının, tabii dünyanın verebildiklerini nasıl aştığını gösteriyor. Eğer insanlar bu mistik kavrayıştan yoksun olurlarsa, donarlar ve manen kavrulurlar. Tanrı’sız gelişen ve vahşi insanların medeni toplumu şeklini alan bugünki medeniyette de görüyoruz bunu. Bugün tanrısız gelişen bir bilim, gerçekten medeni bir toplum üretti, fakat medeni insanlar değil; ama eskiden vahşi ve geri bir toplumda medeni insanlarımız vardı.
Mistisizm, insanın kültürel ve manevi gelişimini mutlak zirveye, Allah’a götürür. O, üç temel zihin akımdan biridir. Doğu mistizmi de, sonradan dine katılacak ve yavaş yavaş, dini bir kuruluş biçimine bürünüp, yeni bir sınıfın doğmasına neden olacaktır. Egemen sınıfa gelince, oda bu sınıfın öbür unsurlarıyla sosyal bağlar kurmaya girişti. Sonunda ne yazık ki din ve mistizm, halkın yönetici sınıf tarafından sömürülmesi için batıl bir hükümler yığınına dönüştü ve insanın gelişmesinin, ilk insan fıtratının gelişmesinin düşmanı haline geldi. Mistisizm, insanlığın maddi ve manevi evriminin ayaklarında bir zincir oldu. Hürriyet arayan ruhlar, vara vara böyle bir dine karşı çıkar oldular; başka seçenekleri yoktu çünkü.
Bir dinin gelişmesi izleyicilerinin ilerlemesine bağlıdır. bunu genel-geçer bir kural olarak kabul edebiliriz. Hinduların, -bir yüzyıl öncesine kadar- müslümanlar tarafından, nasıl geriliğin, yıkılışın, (şirk’in) ve cahilliğin timsali olarak görüldüğünü biliyoruz: ineğe taptıklarından vs… Ama, şimdi hinduizm hakkında yazılan kitapları karıştırıyoruz da, islam hakkında yazılanlarla karşılaştırma bile kabul edemediğini görüyoruz. Radhakrişnan ineğin kutsallığı üzerinde felsefi yorumlarla dolu bir kitap yazmış ki, bizim ‘tevhid’ üzerine hiç öyle bir eserimiz yok. Şimdi de, hindu aydınlar dünyanın en yüze felsefi düşüncelerinden hiç de aşağı kalmayan yorumlarda bulunuyorlar, ‘şirk’ ve hindistan’ın sayısız tanrıları üzerinde. ama, bizim son derece gelişmiş (en azından tarihi bakımdan, hindularınkinden iki bin yıl daha eski) bir dinimiz var; gel gör ki, bizim elimizde bayağılaşmış ve zavallılaştırılmıştır…
Ne olursa olsun, mistisizm, asli insan fıtratından kaynaklanan zihni bir akımdır. ‘Mistisizm’ kelimesi en geniş anlamıyla bu dünyadayken insanların sahip olduğu iç sezgi, içten gelen kavrayış duygusu demek olup, bu anlayış duygusundan kim yoksun olursa, öz anlamda, insani aşamaya henüz varamamış durumdadır. (Darwin’in deyimiyle) yalnızca kuyruğunu yitirmiş ve kılını dökmüştür daha. Aksi durumda, dünyalık ve maddi hayatımızda, bu göğe ve tabiatın bu düzenine baktığımızda, ürkmemek elimizde değildir.
. . . Evet, - insanın görünmeyene olan eğilimi onu alçaltır – diyen materyalistlerin aksine, biz diyoruz ki, insanı gerçekten alçaltan, var olana karşı eğimidir. Tabiatta bulunmayan değerlerin peşinden gitmekle, o tabiatın üstüne çıkar ve türünün manevi ve asli gelişimini güvenlik altına alır. İşte mistisizm, insanlığın içinde parlayan bir fenerdir. Maddi insanı tabiatın sınırları üstünde ve ötesinde maddi dışı bir varlık şekline dönüştüren bir katalizördür o. İnsanı burada olmayana götüren bir çizgidir. İnsanın manevi evrimini oluşturan şey. Günlük hayatla ilgili ekonomik, politik, ahlaki, vb. hükümlerini göz önüne almazsak, bütün dinlerde bu tek mistisizm kökü vardır. Doğu’lu ve Batı’lı , tek tanrıcı veya çok tanrıcı olmak bu durumu değiştirmez, çünkü bu konular, dinin türü ve evriminin derecesiyle ilgilidir.
Şurası çok ilginçtir, Sartre, artık ( bir 19.yy. düşünürünün söyleyebileceği gibi ) Allah yoktur ve din insanlara bela olan bir hurafedir demiyor. Bunun yerine ‘Allah’ın yokluğu bütün varlığı amaçsız ve anlamsız yapmıştır, fakat ne yapalım ki durum böyle elden ne gelir’’ diyor. Allah’ı olmayan bir tabiat Sartre için sıkıcı, aptalca, duygusuz ve insanın ihtiyaçları için yetersizdir. İnsanın tabiatta bir sürgün hayatı yaşadığını ve kendine yabancılaştığını kabul ediyor o, ama Allah’a da inanmıyor. Sonra diyor ki, Allah oolmayınca herşey serbesttir, çünkü, iyiyi ve kötüyü inandırıcı yapan sadece Allah’ın varlığıdır.
Allah’sız olmakla, hiç kimsenin, gören hiçbir gözün bulunmadığı bir evde olmak arasında fark yoktur. İnsan böyle bir evde:
Bütün bunlar, bu düşünürlerin, Allah’ın ve dinin yokluğunu bir eksik olarak algılamalarının şeklini gösteriyor; gel gör ki inançsız olmakla da, böylesi düşünürler, yalnızca bu yokluğu değil, yalnızlığımızı ve sürgün yaşamaya olan mahkumiyetimizi de kuvvetlendirmiş oluyorlar. Bu, ilk insan fıtratının, tabii dünyanın verebildiklerini nasıl aştığını gösteriyor. Eğer insanlar bu mistik kavrayıştan yoksun olurlarsa, donarlar ve manen kavrulurlar. Tanrı’sız gelişen ve vahşi insanların medeni toplumu şeklini alan bugünki medeniyette de görüyoruz bunu. Bugün tanrısız gelişen bir bilim, gerçekten medeni bir toplum üretti, fakat medeni insanlar değil; ama eskiden vahşi ve geri bir toplumda medeni insanlarımız vardı.
Mistisizm, insanın kültürel ve manevi gelişimini mutlak zirveye, Allah’a götürür. O, üç temel zihin akımdan biridir. Doğu mistizmi de, sonradan dine katılacak ve yavaş yavaş, dini bir kuruluş biçimine bürünüp, yeni bir sınıfın doğmasına neden olacaktır. Egemen sınıfa gelince, oda bu sınıfın öbür unsurlarıyla sosyal bağlar kurmaya girişti. Sonunda ne yazık ki din ve mistizm, halkın yönetici sınıf tarafından sömürülmesi için batıl bir hükümler yığınına dönüştü ve insanın gelişmesinin, ilk insan fıtratının gelişmesinin düşmanı haline geldi. Mistisizm, insanlığın maddi ve manevi evriminin ayaklarında bir zincir oldu. Hürriyet arayan ruhlar, vara vara böyle bir dine karşı çıkar oldular; başka seçenekleri yoktu çünkü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder