--
tuncay akgün'e
gün boyu top oynuyor, terliyor, hasır iskemleler, domates kasaları üzerine oturuyor, dibi ısırgan otlarıyla dolu mahalle duvarına sırtımızı veriyorduk. karşıda bizans sarısına boyanmış duvarlarla çevrilmiş kocaman bir gemi gibi tekel binası, üst katın geniş pencerelerine tütün gazından zehirlenmiş işci kadınlar doluşmuş. uzun uzun esiyor rüzgar, her öğle sonrası, erik reçeli kadar küçük, tatlı kız kardeşiyle bir kız geçiyordu. elma içi yüzünün teni, yaklaştıkça kız, mahallenin çocukları iskemlelerinde doğruluyor, hayranlık akşama kadar dedikodusunu yapıyorlar. omzuna tutturulmuş uzun yırtmaçlı entarisi, essiz çıplak kolları. duru kalçaları, sakin bakışlarıyla hiçbirimizle ilgilenmiyor. kusursuz göğsü çepcevre açık, daha fazla bakmaya utanıyorum. her gün mahalleden bir çocuk ara sokaklara kadar peşinden gidiyor, hüsranla dönüyordu. şansını denemeyen kalmamıştı.
bir gün sahilde, arkadaşım mustafa’yla, yumuşak dalgalarla oynaşan güzel kokulu narin yosunları yoluyor, midyenin bıçak ağzını kayalara sürtüp içini çıkartıyor, “yarın ne yapalım” diyorduk, yaz tatili gelmişti. yarın perşembe. canına tak eden mustafa hayatının tüm durgunluğuna lanet okuyan kararlılığıyla, “tam saat birde, mahallede olacağım, hangi kız gelirse, ardından gideceğim...”
müthiş bir macera, “ben de?” dedim. “sen yapamazsın, bu sıcakta giyecek bir şeyin yok, boğazlı kalın kazak giyiyorsun, ayakkabın patlamış parmakların görünüyor, kim bakar sana...!”
ertesi gün saat birde uzun, kalın yakalı krem rengi gömleğini giyinmiş geldi, saatin bir olmasını bekliyor. önümüzden geçecek kızı bekliyorduk ki, mahallenin bakkalı firar amca, kalın kaşlarına gömülmüş, kaba-saba korkunç küfürler savurup elinde kasalar hücuma geçti, “her yeri çekirdek yaptınız, kalkın lan puştlar burdan!”
ah ne çok çekirdek çitliyorduk. mustafa, atapark’ın bahçelerinden pembe bir gül geçirdi eline, kimin peşinden gittiyse eli boş döndü, oynamaktan elindeki gül pörsüdü, yaprakları kendini bırakıverdi. gelecek perşembe. öbür perşembe, saat birde hazır olduk...
mahalle takımı beş kişilikti, bensiz tek bir maç yapılmadı mahallede. maç başladığında, açlıktan birbirini yiyen aç kurtlar sürüsüne dönüşüyorduk, evine dönmekte olan yan mahallenin ihtiyarlarına kadar, etrafımızı curcunalı bir kalabalık sarar, birbirimizin kafasını gözünü şişirip, ölümüne kıran kırana maçların kavurucu susuzluğuyla, başka bir dünyanın çocukları oluyorduk.
maçın tam ortasında, karşı takımın kalecisi, “o kız gelmiş, seni seyrediyor” dedi... “gene?”.. şaşırdım, içimde titreyen o kuş yüreğimde, beklemediğim karanlıkta bir gong vurdu. döndüm kalabalık içinde kızı aradım. gördüm onu, durmaksızın bana küfreden kazma kafalı adamların arasında tatlı tatlı bakıyordu. top ayağıma dolandı, ayaklarımın bağı çözüldü. ayağıma gelen her topu kaybettim, aynı takımdaki arkadaşlarım, “...iktiğimin herifi oynamayacaksan çek git...” diye küfretmeye başladı. maç biter bitmez, gülbahar camisi’nin en büyük baş çeşmesine koştum, buzlu kaynak suları içtim, içtim...
mustafa’lara koştum, mustafa’nın annesi rejide çalışıyordu, tütün idaresi, bizim mahallenin tüm çocuklarının anneleri rejide çalışıyordu, ev akşama kadar boştu. mustafa gitarla, o zaman gitarla orhan gencebay çalmak modaydı, defalarca çaldı: “sevince bir başka oluyor insan..” o gece mustafalarda kaldım, gece radyoyu açtık, ali kocatepe’nin “bundan böyle düşünerek atın adımlarınızı/elbet bir gün mutluluktan yana alırız payımızı..” yüreğim koptu kopacak, ölecek gibi oluyorum, gece dönüyor, uyuyamıyorum, uçuyorum, radyonun düğmesini dünyanın en uzak kanallarını çeviriyoruz, ispanya’dan müzik.
ertesi gün mustafa krem gömleğini bana verdi, acilen ayakkabı da bulmalıyım, mahalleden kemal’in ayakkabıları... hazırlandım, mustafa birden oyunbozanlık yaptı, kıskandı.
“o kızla konuşursan gömleğimi vermem” dedi. “neden?” dedim, “seninle kavleştik, perşembe günü saat birde, kim geçerse onunla çıkacağız demiştik”. verdiğim söze bok süremem, sıkıştırıldım. çaresiz perşembeyi bekledim. en yakın arkadaşımı kıramam, saat birde umutsuzca mahalledeki yerime kuruldum.. içimden, mustafa’nın gömleğini geri verip, dolabın altından annemin parasını alayım gizlice dedim. koca dünyada tek bir şansım kadı. saat tam birde o kız çıkıp gelsin. saat, terler içinde bir oldu, tanıdık galiba, mustafa “hadi şansına bu çıktı” dedi. “olmaz oğlum, bu kemal’in kız kardeşi, ayıp olur, hem ağabeyisinin ayakkabısını bile tanır”, bir kız daha geçti, “olmaz oğlum dedim, bu bizim uzak akraba, yengemlerin kulağına giderse...” memleketimiz bir deniz ülkesi, umudu kesmeyelim, bir gemi gelmese de, bir fırtına, eski batık bir geminin gümüş dolu küplerini sahile vurur...
ahh, gördüm onu, saat iki olmamıştı, bir an durdu, ağır ağır yürüdü, dilersen, gel, gibi... ah, o herkesin övdüğü. yolun karşısında, elektrik direğinin dibinde, öyle güzel sundu ki kendini... sunuşu ne güzel, günden güzel! seyrine doyamadığım, canım, koş, ve parçala beni, der gibi. bu koca ormanda artık ikimiz varız.
gel de konuş, ne bahane uydurulur, nasıl konuşulur? kendime güvenemiyorum, kekeliyorum, bu kız peri gibi, gidip vitrinlerin önünde duruyor, sonra birden kayboluyor. bir başka vitrine bakarken yanaşıyorum, arkadan mum sarısı topukları... için için gülüyor. heyecandan yüzüne bakamıyorum. erik gibi incecik kolları. hava karardı, kararacak, bana cesaret vermek için öyle ıssız sıkaklara giriyor ki. erkekliğimden hiç şüphem olmadı ama, bu ilk konuşmalar, bana göre değil, dayanamıyorum. o da yoruldu dolaşmaktan, evet, narlıbahçe sokağı’na giriyor. gören olur korkuyorum, geriye döndüm, son defa baktım ardından. yolun ortasında, kaskatı elinde çiçek buketi tutan heykeller gibi durdu. yüreğim yerinden oynayacak. yanına yaklaştım, “şey, yarın buluşalım mı?”.. o da heyecanlı, “neden?” dedi. allah kahretsin, her şey bitti. bu tuhaf sorunun karşılığını bilmiyorum, ne yapacağım. elini uzattı, sert bir rüzgar sokağı ayağa kaldırıp alnımdan teri aldı, “ben asuman!” dedi. istiridye gibi parmak tırnakları, tül gibi, gül yaprağı gibi yumuşak parmakları... ben de nihat! dedim, tanıştık.
etrafta ayak sesleri, telaşlandık, aceleyle, “saat kaçta buluşalım?” “seni bugün gördüğüm saatte?”, “nerde?”, uzunsokak’taki pastanede... korkuyla “annem görür” deyip, çekti beni evin kömürlüğüne, mağara kadar kuytu. birden karanlığın içinde, elinde ölmüş bir yılan, deli bir çocuk girdi aramıza. yılanın ağzını gösteriyor, bağırıyor, “ageee, ageeee”... ruhum tiksintiyle gıcırdadı, attım kendimi geriye. deli çocuk zorla elimi tuttu, parmağımı açılmış yılanın ağzına sokmaya çalışıyor. “korkma?” dedi, güzelim, parmağını çekinmeden yılanın ağzına soktu. yine gördüm o parmakları, kıyıda köpüklü dalgaların yıkadığı camsı çakıl taşları gibi sokuverdi yılanın ağzına. deli çocuk, yılanını sallayıp “ageee, ageeee” diye bağırıp uzaklaştı... çok korkmuş yüzümü avuçladı kurumuş sonbahar yaprağı gibi. “acı çekmek istiyorsan korkma!” dedi.
ben onsekiz, o onyedi yaşındaydı, gökkuşağı gibi sözler bekliyordum, o, beklemediğim tuhaf laflar ediverdi, “doğduğum günden beri babam sarhoş, her akşam annemi, beni dövüyor, dün akşam yanan sobayı devirdi, evimiz yanıyordu”... masalım yok oluverdi. daha tanışmadan böyle konuşmalar, neden yoksul insanlar, aşka, sevgiye en kötü yerinden başlar! ben, öldürsen evimizde olan şeyi dışarı anlatamam. benimle içinden o kadar konuşmuş olmalı ki, biryerden başladı işte, ama en sonundan.
eskiden pastanelerin içinde, bugünkü kafeslere benzer, kumaş ve deriden oturma yerleri olurdu, eskiden pastanelerde dans edilirdi. aşıkların gittiği bu pastanelerde hülyalı konuşmalar bitmezdi. simli formikayla döşenmiş duvarlar, masalar, bize çok modern gelirdi. tören gibi giriverdik içeri, loş iç odasında yerimize oturduk. pek küçük bulunmuş olacağız ki, yaşı 20’yi, 25’i geçmiş, ipeksi bluz giymiş ablalar, denizkabuğu desenli yosun renkli gömlekler giymiş ağabeyler gülümsediler.
içinde titreyen güvercin yüreği gibi tenini gösteren, çok güzel bir elbise giymişti asuman. istanbul’da genç bir teyzesi vermiş, o almış. yaprakları, simli, sapsarı bankaların verdiği cep defterinin en şıkından alıvermiş, hatıra defteri, hediye etti bana. ballanmış meyvelerini dünyaya sunan ağaçlar gibi sunuverdi hediyesini, kendisini de. korktuğum başıma geldi, yan masadan, mahallenin orospusu denilen ayşe de oradaydı, yolumu keserdi bu kız, kaçardım. çıkmadığı çocuk kalmamıştı. ona sorarsan bana aşıkmış. biz, birbirimizin elini tutup, birbirimize ilk ve en güzel sözleri söylemeye çalışırken, yanımıza ilişti, yan masadan en çirkin, hakaret dolu laflar atıp, dalgasını geçti. asuman her şeyi anlıyor, korudu beni, dudaklarımı tutup, “bir şey olmaz, başını o yana döndürme” dedi.
bazı masalar ayağa kalkıp dansediyordu, bir an biz de kalkalım, dedim, ah, o kadarına cesaret edemiyorum. dansederken insanlar, bir kadını nereden saracağını, ellerini nereye koymalı, tane tane öğrenmeli, şimdi bakıyorum bir sürü manyak herif ahtapot gibi kucaklıyor karıları. asuman “ben hiç dans etmedim” dedi, “ben de birkaç sefer” dedim, ama iyi bilmem. birbirimize öğretiriz, dedik, işte o sıra, ne güzel gülüştük. ayşe yan masadan, küçük kızlarla mı çıkıyorsun ulan, bu kız ortaokula gidiyordur, bunun annesini de tanıyorum, valilikte odacılık yapıyor... asuman, yine oralı olma gibi, küçücük elleriyle yüzümü okşadı. istersen kalkalım, dedi. küçük para çantasını çıkardı, o kadar küçüktü ki çantası, işte böyle sevgilim olmalı dedim, içinden buruşmuş kağıt beşlik, birkaç küçük demir para çıkartırken, yukarıdan gümüş dudakları seyrettim.
koşar adım, sahile, ganita çay bahçesi’ne indik. altımızda yeleleri ince uzun taraklarla taranmış taylar varmış gibi bulutların üstünde koşuyorduk. arnavut taşları, ortasından akan yapmur suyunu şapur şupur şaplattık sevinçle, toza toprağa karışmış rüzgar saçlarımızı dağıttı. geceler boyu hayalini kurduğum aşk kuşu, aklımın ucuna gelmeyecek kadar güzelmiş, aklımı oynatacak kadar kendimden geçirdi beni, biçimsiz aşı boyalı evlerin duvarları gülüyor, döküle döküle yamacı büyük bir moloz olmuş kalenin surları gülüyor!...
en kuytu köşeyi seçtik, ağaçların altında, asma bahçe gibi ganita, loca loca, bahçeler, üst üste. tahta masaya oturduk. kelebekler gibi parmaklarıyla oynadı, fruko içtik. bir cam parçası bulup, masanın üstüne bir tarih yazım. nedir bu? der demez, eğildiğinde, burnunun üstünden öpüverdim. utanarak çekildi. ilk öptüğüm kızı öptüğüm tarih, bu, dedim. üst locadan bir alkış tufanı koptu. başımızı kaldırdık baktık, tüm hareketlerimizi bir kalabalık eğlenceli arkadaş grubu izliyor, bizimle dalga geçiyorlar. madara olmuş gibi hissettim kendimi. asuman, sıkıldıysan kalkalım, dedi. yağmur başlamıştı. yağmurun altında sahilde upuzun yürüdük. insan hayatında birkaç sefer yürüyormuş. saçlarından sızan yağmuru sıktım, o da avuçlarını açtı, yüzümdeki yağmurları çenemin altından topladı. kirpiklerinin üstünde inci tanesi gibi bir yağmur tanesi hiç düşmedi, ışıl ışıl, aradan geçen yirmibeş yıldır, orada duruyor!
hava kararıyor, yağmur suları ateş dereleri gibi akıyordu. narlıbahçe sokağı’na geldik, ayrılmalıydık. yine o deli çocuk elinde yılanıyla kesti önümüzü. asuman, “sen çok korkuyorsun, babam, bir defasında satırla kesti yılanın kafasını...” deli çocuk yılanın ağzına parmağımı sokmazsam, sokağa beni sokmayacak, öküz gibi güçlü, elimi kurtaramadım. zorla yılanın ağzına sokacak. boğuşmaya başladık. asuman, çok telaşlandığımı anlayıp, “canım” dedi, “dur, onun yerine de yılanın ağzına parmağımı ben sokayım”... korudu beni. insan hayatında birkaç sefer korunduğunu hissediyor! asuman parmağını sokunca deli çocuk birden kapattı yılanın ağzını, acıyla çekti parmağını, ince bir sıyrık, kanıyor! asuman’ın elini kapıp, acısını dindirmek için emdim parmağını... ölene kadar, kanımda bir bozukluk kimse bulamaz benim.
asuman, annem kapıda eyvah, deyip eve koştu, ben mustafa’ya, gitarını alıp, sahile koştuk. dalgakıran kayalıkların üstünde gitar çalıp şarap içtik. gecenin dibinde en koyu laciverdi bulana dek, dalgalar homurdanmaya fareler korsanlar gibi ciyak ciyak cığlıklarla yüzmeye başladığında geri döndük. ay ışığı denize vuruyor, insanlar buna yakamoz diyor. o gün orada öğrendim ki, yakamoz başka bir şey. denizler çok üşüdüğünde buzlu derin suları ısıtıyor ışıltılar. yakamoz, koyu derin sulardaki gümüş sırtlı balıklar, geceleri dışarıyı görsünler diye, açılmış, küçük parıltılı pencereleri, en derin yerimizin.
annemler her yıl ankara’ya giderdi, bir ay evde kardeşimle yalnız kalıyorduk, üç katlı eski bir rum konağı. büyük demir kapısı, giriş katın solunda, mermerden bir çamaşırhane, annem kullanmazdı. asuman geldiğinde demir kapıyı açık tutardım, gizlice çamaşırhaneye girerdi. biz içeride sevişirken, buz camın gölgesinden kardeşim görmesin diye dayardık sırtımızı, ya da yolluklar alır sererdik altımıza. her tarafını öpmek istiyordum. yumuşacık öpüşleri flüt sesi gibi gezindi vücudumda. nar çiçeği gibi bacakları. öptükçe bir yaprağı daha şişip sevinçle açılan, dünyada eşi olmayan şahane memeler. gök mavisi alevli bir ateş yanıyordu içimde, çıtırtısı, kokusu, çok uzun, umutsuz bir yolculuğa çıkmış, soğuk poyrazlar yemiş gemi kaptanları gibi erkekleştiriyordu yüzümü.
öptükçe onu, denizin dibinde gizli bir gülüş yerleşiyor yüzüne. insanı ağlatan bir heyecanla, uykulu memelerini fırlatınca dışarı. zehirli bir bıçak gibi dudaklarımla sıyırdım, kızarttım uçlarını. afyonlu şerbet içmişim gibi. dilim çıra alevi, ormanın en kara yerine dokununca, delirmek üzereydim, seviştikçe kuduran bir kurta dönüyordum.
sakinleşip, tazelikle dudaklarını öptüm, asuman, “öpüşmek böyle olmasa gerek” dedi. ben, bilmiş gibi, işte böyle, dudağını dudağıma alıyorum. asuman, “iyi de tuhafıma gitti, sanki öpüşmek başka türlü...”
ertesi gün sokakta beni, fileli hırkası, kırmızı çorabı, alüminyum zincirli çantasıyla ayşe gördü, “sen, o kızı öpmeyi bile beceremezsin, çünkü öpüşmeyi bilmiyorsun..” diye laf attı, ben hızla uzaklaştım, peşimden koştu: “ben sana öğretirim!” dedi. içimden ayşe’nin koyun ciğeri gibi kanlı rujlu kalın dudaklarına baktım, miğdem kaldırmadı, iyi de asuman’a rezil oluyorum, öğrenmiş olurum.
ertesi gün asuman’a içinden bir şey giyme, çıkartılması zor oluyor, dedim. önden düğmeli kot elbise giydi. bir güzel soyuverdim, baştan aşağı su gibi. külotlu çorap giyiyordu, sıyırdım dizlerine kadar. uzun örülmüş saçlarıyla memelerini, elleriyle önünü kapattı. acelem var, dişlenmedik yeri kalmasın, “ben” dedi “(james bond) roger moore’e aşığım, ahh, büyüyünce amerika’ya gidip, onunla bi gece yaşayabilecek miyim?”. erkekliğim, moralim, öyle bozuldum ki, külotu da dizinden aşağı inmiyordu. çıkart şunu, dedim, sinirle. hayır, dedi, her yerimi öpebilirsin, ama, dizimin altını asla. yalvardım, sarstım, çıkart, çıkart! olmaz, dedi. her tarafımı öpüyorsun ya, orası kalsın, ne olmuş, dedi. ayağa fırladım, o zaman çek git, giyin, dedim. asuman, “estetik yaptırıncaya kadar, kimseye göstermek istemiyorum” dedi. ama, seni nasıl sevdiğimi göstermek için, bir kerecik gösteriyorum, deyip sıyırdı çorabını. haşlak çay dökülmüş, dizinin altında mimoza çiçeği gibi lekeler!
yorgun düşüp uzundık, asuman, “birbirimizi on gün kadar görmezsek, bir daha hiç görmeyelim.” kavleştik. o kadar seviyorduk birbirimizi, on gün dolmadan mutlaka görmeliyiz, yada hiç görmemeliyiz.
on gün birbirimizin peşine koştuk, aradık, ağladık, yırtındı buluşamadık. çok sonra anne birkaç kez kapıya tavşan gibi bir kız geldi; sana hediye gömlek almış, dedi. niye içeri almadın, dedim, “elin kızı, ne derler, onun anası babası yok mu” dedi. yirmibeş yıl oldu, bir daha buluşamadık. on gün dolmaya yakın, babası bir adam bıçaklamış, polisler, karakol, cezaevi kapısı. asuman, sokağa çıkamadı o on gün!
ankara’da hayatım, manolya ağacı kadar soylu, manolya çiçeği kadar koklamaya kıyamadığım onun hayaliyle geçti. zaten, sokakta kalmış işportacı, zayıf kuru bir çocuk gibi gidemezdim yanına. başarmış, ünlü bir yazar olup gitmek istiyordum kapısına,
asuman, seni bir kez daha öpmeyi hakettim. çünkü hiç yalan söylemedim. çok çalıştım asuman... senin bana sunduğun gibi, içimi insanlığa sunmak istedim. ve gerçek bir erkek oldum artık, yılanın ağzına sokabiliyorum parmağımı!
ben küçükken, kuyuya düşmüştüm, iki metre derinliğinde, üstü tahta kasalarla kaplıydı, oynarken. annem mukabelede, haber vermişler, çığlıklarla döküldü kadınlar sokağa, onlarca kadın tahta parçası uzattı bana, çırpınırken ben, memeleri en kocaman olan melahat teyze çıkardı beni, annem, kuyu, deyince, mahallenin ortasındaki diğer, derin kuyu sanmış, oraya koştu, kuyunun başında çığlıklar atıyor, saçlarını yoluyor. o kuyu elli metre derinliğinde, annem kuyunun dibine bakıyor, ben yokum... büyüdüğümde, annem, o anı anlattığında dahi yine gözleri derin bir boşluğa düşer, o kuyunun uçsuz bucaksız derinliğini görürdüm gözlerinde.
o kadar büyüktü ki annemin gözlerindeki o korkulu boşluk. asuman’dan sonra, aşk dediğim şey, öyle bir boşluk bıraktı içimde. o boşluğa dayanamıyorum. ne zaman sevecek gibi olsam, güzel kelimelerle süslenmiş taşlar atıyorum kuyuya, dolsun o kuyu... annemin gözlerindeki o kuyuyu doldurmak için, aşk denilen o ilk düştüğüm yeri, bugüne dek, ölene dek doldurmak için, yazıyorum, yazıyorum, yazıyorum...
Nihat Genç
--
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder