Cuma, Aralık 31, 2010

Hasret - Nazim Hikmet


-

Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli,
belini sarmayalı,
gözünün içinde durmayalı,
aklının aydınlığına sorular sormayalı,
dokunmayalı sıcaklığına karnının.

Yüz yıldır bekler beni
bir şehirde bir kadın.

Aynı daldaydık, aynı daldaydık.
Aynı daldan düşüp ayrıldık.
Aramızda yüz yıllık zaman,
yol yüz yıllık.

Yüz yıldır alacakaranlıkta
koşuyorum ardından.



Nazim Hikmet

-

Ayni Daldaydik - Ahmet Kaya


-

Salı, Aralık 21, 2010

Yüzün Gördüm Dedim 'Elhamdülillah' ve Ayaküstü Şerhi

“Biz, Allah’ın boyasıyla boyanmışız. Allah’tan daha güzel boyası olan kim? Biz ona kulluk edenleriz”

صِبْغَةَ اللَّهِ ۖ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللَّهِ صِبْغَةً ۖ وَنَحْنُ لَهُ عَابِدُونَ

Bakara: 138.


yüzün gördüm dedim 'elhamdülillah'
boyun gördüm okudum 'kulhüvallah'

müselsel zülfünü gördüm muanber
mukavves kaşların 'nasrunminallah'

cemâlin görmüşüm ayrılmağım yok
eğer inanmazsan 'vallâhibillah'

firakcı gözlerin yağmalarından
yine dönüp dedim 'estağfirullah'

dudağın şerbeti ayn-i şifâdır
'sekâhum rabbuhum min rahmetillah'

benim gönlüm sana hayrân olupdur
ne kim cebbar kılır 'el hükmülillah'

otuziki hurûf oldu visâlin
visâlindir visâlindir eyvallah

nesîmî kıldıysa bir kat'i tövbe
nasûhi tövbesi 'tübtü ilallah'


N
esîmî

* * *
1. Beyit 1. Mısra:
Fatiha'daki harfler ile yüzdeki hatların aynılığı Bkz. Hurufilik kitabı

1. Beyit 2. Mısra:
İnsan, Allah'ın tecellisidir bu yüzden "Kul hüvalllah" (De ki o Allah'tır) ayetini okuyor.

2. Beyit :
Senin bukle bukle saçların anber kokuludur, kaşlarını görünce (kıvrımı öyle hançer gibi, öyle korkutucu ki) "nasrun minallah" diyerek Allah'tan yardım istedik.

3. Beyit:
Senin yüzünü gördükten sonra senden ayrılmam (orada Allah'ın hatlarla tecellisi okunuyor) inanmazsan yemin edeyim.

4. Beyit:
Senin o firakcı (fitneci/beni senden uzak tutan/diğer sevgililerle aramıza ayrılık sokan vs gibi çeşitli algılara açık) gözlerin öyle yağmalar yaptı ki görünce Allah'tan mağfiret diledim.

5. Beyit:
Senin dudağının o tatlı suyu öyle şifalıdır ki cennette Allah'ın rahmetiyle insanları suvarması böyle bir suyla olsa gerek.

6. Beyit:
Benim gönlüm işte tüm bunlar yüzünden sana hayran kalıp durmakta ne diyelim Hüküm ancak Allah'ındır.
7. Beyit:
Senin yüzündeki hatlardan istiva hattını geçirince zahir olan 32 hatta 32 hurufu buldum ki bu da Allah'a ulaşmanın ta kendisidir.

8. Beyit:
Nesîmî, öyle bir tövbe ettim ki diyor, onun tövbesi, bir daha asla aynı hatayı yapmayacak cinsten; tövbe-i nasuh.



Fatih Usluer, Doc. Dr.
Hurufilik
(İlk Elden Kaynaklarla Doğuşundan İtibaren)' Kitabinin Yazari

Pazartesi, Aralık 13, 2010

Ümit Yaşar Oğuzcan'dan


-

şimdi yoksun
seni düşünebilirim artık
tutar ellerini öperim uzun uzun

-


Umit Yasar

Pazartesi, Kasım 29, 2010

Musa, sobaları öldür çocuğum & Ya da Hayat Trio'su

Param olaydı buralara gelirsem şerefsizdim. Kızılay’da basık ve izbe bir çaycıda bulduğumuz, şehrin en ucuz çayını yudumlayıp arasıra da o günlerde eline para geçmiş olan bir arkadaşın getirdiği simitlere yumulmayı başka bir şeye tercih edersem, bildiğiniz şerefsizim.

Ama beraber yumulduğumuz kardeşlerimden birinin evlenmek için para biriktirmesi gerektiğini söylemesi ve İstanbul’a yollanması her şeyi değiştirdi. Okumak ve onun üzerine konuşmaktan mürekkep bir hayat kurgulayan zihnimin sırça köşküne, hayat, adeta elinde balyozlarla binlerce işçiyi saldı, işçiler ki yılların verdiği idmanla, köşkten geriye her dönüp baktığımda beynimin kıvrımlarını sızlatacak cam kırıkları bıraktılar.

Bir müddet daha cam kırıklarının üzerinde yaptığım seyrüsefere katlanabildim anamın yanında. Ama beklentilerimin bir kez daha boşa çıkmasıyla, babamın haklı olduğunu anlayıp ben de İstanbul’a yollandım.

İstanbul. Sanki; her canlı muhakkak onu tadacaktı.

I

İstanbul’a üniversite yıllarımda birden çok kez gittim. Okul zamanlarından tanıdığım pek muhterem bir başka simit yumulanın yanına. Caminin hemen yanında bir ev tutmuştu ve sabah ezanı sanki kulağınızın içinde okunuyordu, buna rağmen azimli bir şekilde işinde yükseliyordu. Ama her ‘bağlantısızın’ çektiği ıstıraptan payını almış, neden çalıştığını, niye çalıştığını bir türlü anlayamıyordu; neyeydi bu hasretlik, madem annesinin ve babasının evinde de karnı doyacaktı, o zaman neden memleketinden bin kilometre uzakta ve her sabah ezan sesi yüzünden sabahların erkenden olduğu bu yeri çekiyor ve neden her sabah bu tıraşlı aptal takım elbiseye girmeyi göze alıyordu, üstelik sadece yalancıların ve hayınların sakalının kesildiği bir gelenekten gelerek.

Bana soruyordu. Ben o zamanlar, başıboş bir sokak köpeği kadar rahattım, gördüğüm her direkt benim için işenmeye hazır bir ev ve gelecegim o kadar parlak ve umut doluydu ki, arkadaşıma nasıl yardım edebileceğim üzerine gerçekten kafa yoruyordum. Allah’a çok şükürdü ki, bana bir gram dahi müteessir olmama neden olacak dert nasip etmemişti. O günlerde, aramızda geliştirdiğimiz saçma bir retorikle, din ve devlet işlerini ayırıyor birleştiriyor, yoksullar üzerine, dünya üzerine dem vuruyorduk. İstanbul’da hijyen derecesini hiç önemsemediğim yerlerde kuru-pilav yemek benim için hayatın anlamından da öteydi. Resmen ağzımın içinde tüm hayatı hissediyordum. Yarabbim ne büyük zevkti.

Sonra O da evlendi ve artık hayatın gerçeklerine yelken açıp daha az soru soruyor, maaşının bir kısmını verip aldığı oyun konsülüyle günün yorgunluğunu atmaya çalışıp, bir yandan da yeni oyun fiyatlarındaki pahalılıktan dem vuruyor. Ha arabasız olmuyormuş, bu yeni evleri daha güvenliymiş, oturma odasının taksitleri duruyormuş…

II.

Onun gitmesine, en son bir sahafta, onun nasıl büyük yazar olduğunu ne büyük bir insan olduğunu (hakikaten şakası olmayan bir yazardı) söyleyenler gittikten sonra, ‘şöyle yazarmışım böyle yazarmışım, beni övme kardeşim bana iş ver, para ver’ dedikten sonra, o kızgınlıkla bir ekmek tavuk dönere yumulduğunu gördüğümde ikna olmuştum. Aslında O’ndan hep iyi haberler geliyordu. Simitler diyarındaki küçük masalımıza bozmuştu, ama olsundu, işleri güçleri yolundaydı. Kırk adam çalışır olmuştu emrinde.

Onun çalıştığı yere gittiğimde, muhabbetin nasıl bir afrodizyak etkisi yaptığını tekrar anladım. Bu üçüncü dünyanın en akdenizli kentinin iğrenç şehirleşme örneğinin eşsiz birer numunesi olan ofiste bile kendimi mutlu hissedebiliyordum. Eski islamcılardan dem vuran ve Bosna Savaşı’ndan, Afganistan’dan, Filistin’den referanslar veren, sömürgeciliğe karşı islam tezini işlemiş aydınlara selam çakan muhabbetler, ikimizin de geleneksel sosyalist ailelerden gelişiyle daha da şenleniyor, keyiften deliye dönüyorduk. Herkese küfür edebilecek kadar güçlü ve herkesin götüne koyabilecek kadar cesurduk. Kardeşim işverenini dünyanın en manda kafalı ve köylü insanı olarak nitelerken, o donuzun elindeki üç kuruşa tamah etmenin acısını kalbinin taa derinlerinde hissettiğini gizleyemeye çalışan kahkalara boğuluyordu.

İşvereni o kadar salak ve göbekliydi ki, soyadlarının ingiliz diline bir yanlış tercüme sonucu oluşmuş (mesela ‘çıkın’ kelimesinin ingilizcesinin ‘chicken’ olduğunu ciddi bir biçimde zannetmek gibi) firma ismi bile tek başına bunun alamet-i farikasıydı. Ama iyi adamdı. Ekmeğindeydi işte, masasının arkasına kitaplar dizebiliyordu, en azından bir kitap alabilmek için bir hafta düşünmesine gerek yoktu. Hem yazmaya da devam edebilirdi, neden olmasın. Bir iki sene dişini sıkıp, sonrası yeşil bir ilçede küçük bir yazar evi.

Öyle olmadı, nasıl olduğunu da anlatıp, bordrolu işlerinde tutunanlara maymunluk etmeyeceğim.

III.

Eksi ikinci katındaki evinde beni zaman zaman misafir eden üçüncü kardeşim ise, bu benim zalımlık trio’mun son ayağıydı. Hepsi benim ne çeşit bir hayatla karşı karşıya kalacağımın resmi gibiydiler. Evinde bana fındık ezmesi sunduğunda, bu karadeniz dağlarının aşırı yağış alan zevki, o güne kadar bizim bozkırımızda hep pahalı addedilir yenilmek şöyle dursun, ağıza bile alınmaz idi. Ekmeğimin arasına fındık parçacıkları dahi ihtiva eden fındık ezmesi sürdüğünde, evin sogukluğu ve Ankara’nın ayazı namına beynime ne kazındıysa hepsi silinmişti. Kendisi de hafif bir birayı yavaş yavaş yudumluyordu, ben çeşitli bahanelerle biranin amelelik olduğu yönündeki çıkışımı yineliyordum. Sonra bir ders yüzünden mezuniyet tarihini uzattı ve neredeyse yedi yüz kilometre uzak baba evinden üniversiteye her hafta günübirlik gidip gelmeye başladı, ne ben sordum ne o söyledi, o otobüs yolculuğundayken ben hayatın benim yüzüme güldüğüne kani olmuş bir hırsla ortalamamı, piyasanın istediği şekle sokmaya çabalıyordum.

O mezun olduğunda herşeyi bırakıp giden halet-i ruhiyesi de mezun oldu ve her şeyi bırakıp, Anadolu’nun nerede kaldığı bilinmeyen bir ilçesinde, hiç sevip sevişemeyeceği bir işe girdi. Buna eli ekmek tutmak diyorlarmış. Bakkalın üstünde bir sobalı ev kiralayıp her gün soba yaktığını gördüğümde, sobanın aslında biz yakalım diye hep orada beklediğini ister istemez hissettim. O işe yollanırken, akşam yemeğine ‘patetes tava’ yaparım dediğimde, kuşun sütüyle sahibinin kanı eksik bir sultan sofrası hayal ettiğini yemeğin hemen başında itiraf etmişti, ve ben onun uzun vade pesimisti yakın vade optimisti olduğunu şaşırarak farkettim.

Ülkenin en dandik arabalarından birini gayet değerinin üstünde bir fiyat vererek kiraladığımızda, hayatın bizim gibiler için aslında güzel olduğuna biraz daha kani oldum, o da beni destekliyordu, ve Allah da, şüphesiz yağmuru yağdıran O’ydu. Haberi olmazsa şaşardım zaten, en yakın kasabada durup ‘ahmet kaya karışık’ cd’si aldığımızı: ağlama bebek. O gün, bu aptal yere gelmemden önce yaşadığım en gönül dalgalandıran gündü diyebilirim, çişimiz gelip de arabayı sağa çektiğimizde hemen arkamızda biten polis arabası ve çişimizi mesanemizde bırakması. Bizimkisi saçma bir tribe girip, havalara bakmak yerine polislerin yanına gitmiş olsaydı belki de polis arabadan hiç inmeyecek ve bize makbul vatandaşın yüzyıllardır polis geldiği zaman yanına gittiği ve bunun böyle sürmesi gerektiği üzerine yaptığı uzun nutkunu atmayacaktı. 200 metre ilerde işememizi salık veren polis bizi bırakınca arabamızın feri söndü, Allah her zaman orda olan bizim farımızı bir benzinci yanında söndürmüştü ve ben ‘nasıl ki bu arabayı yapan bir reno var, bu yolları asfaltlayan sikorta peşindeki işçiler var, bu fevkalade gökyüzünü yapan da bir yaratıcı olmalı’ dedim. İnansa çok sevaplanacaktım, kısmet. Tamirciye girdiğimizde, götümüze girecek bir meblağ ödeyeceğimizi bizimkisine fısıldadım, o yine yakın vade optimistliğiyle en fazla iki kişilik yemek parası ödeyeceğimizi söyledi. Tabii en az on kişilik yemek parası ödeyerek çıktık.

IV.

Yaralarımı soydum. Kendimi hep çok öfkeli görüyorum rüyalarımda. Kaçıncıdır, bir Yahudi’yi döven o Mısırlı’yı öldürüyorum büyük bir hırsla. Sonra soluk soluğa bir kaçış, gençlik sürgünlerimin geçtiği yurt koridorlarına mutlaka uğrayıp, bir yerlerde yoruluyorum kaçmaktan, oralarda uyanıyorum. Yakalanmıyor. Mısırlı ölecek yani, Allah’ın bir vaadi bu.

Sonuncusu biraz garipti hissetmezseniz ölürüm. İki polis gelip işporta tezgahıma yükleniyorlar, bir polis alıp onu yere çalıyor, ben bir anlık hırsla alıp polisi yere çalıyorum. Kısas filan aklımda yok, biraz akıllanır umuduyla. Hemen ölüyor, Allah’ım dert mi yazmayı bekliyorsun haneme sürekli, herif hem polis hem de hemen ölüyor. Neyse, uzatmayayım, kaçarken, bir devlet yurdunun yangın merdivenlerinde bir kapıya rasgeliyorum, giriyorum, iki kapı açılıyor hizmetlilerin odaları belli. Hizmetli baba bir türkü tutturmuş elinde sazı, yanında bir ablamız var, siyah bir gecelik belli kendisini öptürüyor ekmek parasına. Derken kapının üstünde büyük büyük kullanıma hazır çöp poşetleri, üstlerine kareli harita method sayfasına yazılmış bir not iliştirilmiş, diyor: ‘Patatesleri aldım sabahtan gittim getirdim hemen, müdürler patatesleri çok sever, patates görünce yüzleri kızarır ve gülümserler.’

Bu belki de anlatmam gereken üç ayrı hikayenin, Allah’ın yazdırdığı parçalarıydı. Daha Mehdi’nin ne söylediklerinden bile bahsetmedim.

Pazar, Ekim 24, 2010

Varlıklar Ve Uğraşları Üzerine Pencere

Ütücünün derisi dümdüzdür.
Kırık şemsiye tamircisi uzun ve sivri kafalıdır.
Tavuk satıcısı tüyleri yolunmuş bir tavuğa benzer.
Engizisyoncunun gözleri şeytanca parlar.
Tefecinin göz kapakları arasında iki bozuk para durur.
Saatçinin bıyıkları saati gösterir.
Kapıcının elinde anahtar vardır, parmak yerine.
Gardiyanın yüzü hapishane kaçkını gibidir, psikiyatrın ki deli.
Avcı izini sürdüğü hayvana dönüşür.
Zaman âşıkları ikiz kardeşe benzetir.
Köpek kendisini gezdiren adamı gezdirir.
İşkence işkencecinin düşlerine işkence eder.
Aynadaki mecazla karşılaşan şair kaçar.


Eduardo Galeano

Cuma, Ekim 22, 2010

Meçhul Çocukların El İşi Vazifesi


Oturmuştuk büyük masanın etrafına,
Babam gazete okuyordu, biz ders çalışıyorduk.
Hesap vazifesini aceleyle yapıyordum,
Vardı benim içimde başka yolculuk.

Nihayet sıra geldi babamdan çekinerek,
Çıkardım el işi defterimi çantamdan.
Mektepte başladığım bir iş vardı nur gibi
Ki nur kesiliyordum aklıma geldiği an.

Masallar ve rüyaler gibi kalpler kesmiştim,
El işi kâğıtlarının birçok rengiyle.
Renklerin arasındaki sevgiyi anlayarak
Yapacaktım onlardan bir aile.

Birbirlerinden sonra çok güzel oldular,
Ellerim yanıyordu değdikçe onlara.
Kalpler, parlak, güzel ve bin hülyaya doğru,
Kalpler, yaşar gibi, rabbim ne manzara.

Ve nihayet dirseğimle dürttüm,
Çağırdım kardeşimi saadetime kadar.
O baktı ve hepsi baktı hayretle,
Kitapları terkedip hülyama karıştılar.

Artık el işi kâğıtları fazla mı parlıyordu,
Kalplerin zarif şekli daha mı incelmişti ne.
Annem bile çevirmişti başını,
Ilık odamızın bu tuhaf sessizliğine.

Ve babam birdenbire hissetti
Gözlüğünün üstünden süzdü halimizi.
Kızıyor gibiydi kitaplar bırakılmış,
Bana işaret verdi ablamın dizi.

Mavi damarları çıkmış kocaman elini,
Uzattı babam bize doğru gülerek.
Aldı defterimi ve seyretti tatlıca,
Başını sallarken dedi: güzel gerçek.

Fakat düşmüş bir tanesi, diye devam etti,
O zaman biz güldük yaramaz ve çılgın.
Beyaz kalbi görmemişti ne tuhaf,
Hayretimiz ve neşemiz üstündeydi hayatın.

Ve birgün bana baban öldü dediler,
Hissederken renkleriyle nasibim olan yurdu.
O el işini hatırladım, ağlayarak,
Acaba onlar da mı beyaz kalbi görmüyordu!


Fazıl Hüsnü Dağlarca
“Çocuk ve Allah”,
1938.

-

Çarşamba, Haziran 16, 2010

Puslu Kıtalar Atlası'ndan

-

Sevgili oğlum,

Bir zamanlar yaşadığım evin, geceyarısı eve dönerken ta­ şıdığım o fenerin, duvardaki Acem halısının ve aslında ger­ çek bir kent olan Galata'da gördüğüm her şeyin sadece ve sadece benim zihnimdeki düşünceler olduğu fikri kafama saplandığında muhakeme gücümün zayıfladığına hükmet­ miştim. Ama şimdi görüyorum ki, asıl bunu düşündüğüm­ de yanılmışım. Çünkü onlar gerçekten de benim düşlerim- diler.

Bu fikrimi ilk kez Mihel çıkmazındaki kıraathanede Ali Said Çelebi'ye açmıştım. Biliyorsun, bu iyi niyetli adam ba­ na neredeyse olağanüstü bir saygı duyar ve ne söylesem he­ men inanır. Ona, oturup sohbet ettiğimiz bu kıraathanenin kahvecisinin, müşterilerinin ve yaşadığımız dünyada geri kalan ne varsa hepsinin, sadece benim düşüncemde olduk­ larını söylediğimde, parmağıyla kendisini işaret ederek, 'Ya ben?' diye sormuştu. Malum cevabı alınca nedense bir hayli hüzünlenmiş, kafasında kimbilir neler kurmuştu. Ali Said Çelebi, böylece, benim zihnimde yaşadığına inanan tek kişi oldu. Bunun onu fazlasıyla sarstığını söyleyemem. Çünkü ertesi günü bana bir derdini açtı: Dediğine göre Sultan Ah­ met Camii'nin müezzinlerinden biri olmak istiyor, ama tah­ sili tutmasına rağmen, koruyanı kollayanı olmadığı için bu göreve bir türlü gelemiyordu. İşte bu yüzden kendisini, sözkonusu camiin müezzini olarak düşlememi rica etmek­ teydi. Gerçi onun bu isteğini yerine getirmem elbette müm­ kündü. Ama onun bu ricasını geri çevirdim. Fakat yakamı bırakmadı. Ertesi gün, koltuğunun altında bir kaz, elinde bir sepet yumurta ve bir top tereyağıyla kapımı çaldı. Ben de onun isteğini kısmen de olsa yerine getirmek zorunda kaldım. Ali Said Çelebi, müezzin olmasa bile, şimdi Sultan Ahmet Camii'nde mutemet olarak görevini ifa ediyor. Ama yaptığım iyiliği unutmuş olmalı ki, beni uzun süreden beri arayıp sormadı.

Sana gelince sevgili oğlum, sen de benim kim olduğumu, yemeden içmeden günlerce nasıl yaşadığımı, hayatımızı idame ettirdiğimiz paranın nereden geldiğini bana sormaya (...)

İhsan Oktay Anar
Puslu Kıtalar Atlası'ndan

Cuma, Mayıs 21, 2010

Eski Kırık Bardaklar'dan

-
...

işte bu ellerimle yalnızım bu inanmazsan bak
bu saçlarımla bu iyi giyimlerimle paralarımla
sen varsın ya sen çoğu kez yetmiyorsun
uzakta mısın sen misin söylemiyorsun
bakışın mı eksik dudakların mı anlamıyorum


...


Turgut Uyar

-

Pazartesi, Mayıs 17, 2010

Uyar Şekilli Şiirde Pazar Günleri Telaşı

-
pazar günlerinin telaşını sen aldın karnımdan
buz gibi odalarım senin hasretinle ısındı
belki sabah görürüm fikriyle keyiflendim
güldüm güleç oldum söyledim muhabbet kurdum
teşne leblerimde meme bulmuş bebek sevinci
sen oldun zalım obamızın soylu şamanı
anneme aldığım hediyeler güzelleşti birden
dedem korkud’un buğulu sesi musa’nın denizi
yalnız bir dolmuş seferinin motor gürültüsü
seninle güzel vallahi cudi dağının inanmışı
şu elini ver hele bak işte bu karadeniz bizim
ötenin stepleri akdenizin mavisi göğün kızılı
sevişmek bizim obamızı dergah etti aygız
dergahımızı şehir şehrimizi devletüsaşk
beraber oturur belki nuhundramını yazarız
fakruzaruretin birikmiş faturalarını öder
dağlara gideriz sonra uzun ateşler yakmaya
uçar mıyız bilmem ben bilmem allah bilir
ama kelepçeler yapalım ona söz ver onu sev
bileklerimiz dinlensin demirin namertliğinden

-

Salı, Mayıs 11, 2010

Mavi Gök Orda Mı

-


bakıyorsun kuşlar
hazır
sokak lambaları yanık unutulmuş
bir kadıköy vapuru hınca hınç insan
çok geçmeyecek
martılar beyhude turlar atacak
kıyılar lağım konserve kutuları
mısır koçanları

sevgi aranabilir yine
korkusuzca say koskoca kederlerini
bir kuyu bulunabilir

aklımdan çıkmıyorsun
sen hala dizüstü
bunca anıyı besleyerek
sokaklarda avaz avaz konuşarak kendi kendinle
mektupları öpebilirsin kırmızı dudaklarınla
görür gibi olarak açıp baktığımı
bense şöyle diyorum:
buradan bir acı kanamış boyuna

kuşlar hazır
öncü havalanmak üzre
şehri gelen bir mevsime bırakıyorlar
o vapur hala hınca hınç
kimbilir herbiri hangi dünyaya sağır
çok geçmez aradan

kadınlar kapı önlerinde
ellerinde meşalelerle
aydınlatırlar gelip geçen erkek suratları
yorgun bir sarıyla ben de
geçeceğim önlerinden

aklımdan çıkmıyorsun dedim
başka türlüsünü yorgunum anlatmaya
telefonlar yan hücrede çalışıyor
bense kurşunî bir dere
ağaçlar hayvanlar bile kaygılı
onu bir mersedesten indirdi kalçasına kadar açılarak
yapayaşlı bir rum kadın
herşeyde yanıp sönen bir kıyamet algısı
haydi koşayım diyorum belki dağılır
koşuyorum
sancağımda kendi rüzgarımla ölgün kıpırtılar
hayır daha sevgili daha sevimli değil
ne başka bir gün ne başka bir zaman

çok geçmeyecek aradan
şöyle diyeceğim:
bulutlar açmadı
mavi gök orda mı?


CZ

-

Çarşamba, Nisan 07, 2010

Starvation

-

Today,

at least 35,615 of our brother and sisters died

from the worst possible death,

starvation.

Somewhere around 85% of these starvation deaths

occur

in children 5 years of age or younger.



Why

are we letting

at least 30,273 of the most beautiful children

die the worst possible death

everyday

?

-

Çarşamba, Mart 10, 2010

Sevimsiz Şeyler, Kötü Ahlak, Çirkin İşler

-
-
Allah’ım; hırsın kabarmasından, öfkenin sersemliğinden, hasedin galebesinden, sabrın zayıflığından, kanaatin azlığından, huyun kötülüğünden, şehvetin azmasından, bağnazlığın sultasından, nefsin tutkusuna uymaktan, hidayete karşı çıkmaktan, gaflet uykusundan, zorluklara düşmekten, batılı hakka yeğlemekten, günahlara ısrarla devam etmekten, günahı küçümsemekten, itaati büyük görmekten, zenginlerin övünmesinden, fakirleri hor görmekten, elimizin altındakilere kötü davranmaktan, bize iyilik yapanlara teşekkürü terketmekten, zalime yardımcı olmaktan, mazlumu yalnız bırakmaktan, hakkımız olmayan bir şeyi istemekten ve bilgisiz konuşmaktan sana sığınırım.

Birini aldatma düşüncesini taşımaktan, amellerimizden dolayı kendimizi beğenmişlikten, uzun arzularla kendimizi avutmaktan sana sığınırız.

İçimizin kötülüğünden, küçük günahı önemsememekten, şeytanın bizi kuşatmasından, zamanın başımıza dert açmasından ve sultanın bizi ezmesinden sana sığınırız.

Saçıp savurmaktan ve yetecek kadar rızkı bulamamaktan sana sığınırız.

Düşmanları sevindirecek bir durumdan, denklerimize muhtaç olmaktan, sıkıntılı geçimden ve (ahirete götürecek bir) azık olmaksızın ölmekten sana sığınırız.

(Kıyametteki) En büyük teessüften, (din hususunda söz konusu olan) en büyük musibetten, en acı bedbahtlıktan, kötü dönüşten, sevaptan mahrum kalmaktan ve azaba duçar olmaktan sana sığınırız.

Allah’ım, Muhammed ve âline salat eyle ve rahmetinle beni ve kadın-erkek tüm mü’minleri bütün bunlardan koru, ey merhametlilerin en merhametlisi.

-
-
أَللّهُمَّ إِنّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَيَجانِ الْحِرْصِ، وَسَوْرَةِ الْغَضَبِ، وَغَلَبَةِ الْحَسَدِ، وَضَعْفِ الصَّبْرِ، وَقِلَّةِ الْقَناعَةِ، وَشَكاسَةِ الْخُلُقِ، وَإِلْحاحِ الشَّهْوَةِ، وَمَلَكَةِ الْحَمِيَّةِ، وَمُتابَعَةِ الْهَوى، وَمُخالَفَةِ الْهُدى، وَسِنَةِ الْغَفْلَةِ، وَتَعاطِي الْكُلْفَةِ، وَإِيثار الْباطِلِ عَلَى الْحَقِّ، وَالاِْصْرارِ عَلَى الْمَأْثَمِ، وَاسْتِصْغارِ الْمَعْصِيَةِ، وَاسْتِكْبارِ الطّاعَةِ، وَمُباهاةِ الْمُكْثِرينَ، وَالاِْزْراءِ بِالْمُقِلّينَ، وَسُوءِ الْوِلايَةِ لِمَنْ تَحْتَ أَيْدينا، وَتَرْكِ الشُّكْرِ لِمَنِ اصْطَنَعَ الْعارِفَةَ عِنْدَنا، أَوْ أَنْ نَعْضُدَ ظالِماً، أَوْ نَخْذُلَ مَلْهُوفاً، أَوْ نَرُومَ ما لَيْسَ لَنا بِحَقٍّ، أَوْ نَقُولَ فِي الْعِلْمِ بِغَيْرِ عِلْم.

وَنَعوذُ بِكَ أَنْ نَنْطَوِىَ عَلى غِشِّ أَحَد، وَأَنْ نُعْجِبَ بِأَعْمالِنا، وَنَمُدَّ في آمالِنا.

وَنَعُوذُ بِكَ مِنْ سُوءِ السَّريرَةِ، وَاحْتِقارِ الصَّغيرَةِ، وَأَنْ يَسْتَحْوِذَ عَلَيْنَا الشَّيْطانُ، أَوْ يَنْكُبَنَا الزَّمانُ، أَوْ يَتَهَضَّمَنَا السُّلْطانُ.

وَنَعُوذُ بِكَ مِنْ تَناوُلِ الاِْسْرافِ، وَمِنْ فُقْدانِ الْكَفافِ.

وَنَعُوذُ بِكَ مِنْ شَماتَةِ الاَْعْداءِ، وَمِنَ الْفَقْرِ إِلَى الاَْكْفاءِ، وَمِنْ مَعيشَة في شِدَّة، وَمِيتَة عَلى غَيْرِ عُدَّة، وَنَعُوذُ بِكَ مِنَ الْحَسْرَةِ الْعُظْمى، وَالْمُصيبَةِ الْكُبْرى، وَأَشْقَى الشَّقاءِ، وَسُوءِ الْمَآبِ، وَحِرْمانِ الثَّوابِ، وَحُلُولِ الْعِقابِ.
أَللّهُمَّ صَلِّ عَلى مُحَمَّد وَآلِهِ، وَأَعِذْني مِنْ كُلِّ ذلِكَ بِرَحْمَتِكَ، وَجَميعَ الْمُؤْمِنينَ وَالْمُؤْمِناتِ، يا أَرْحَمَ الرّاحِمينَ.

-
-
O Lord, I implore Thy protection from the excitation of greed, from: The impetuosity of anger, The domination of envy, The lack of patience, The scarcity of contentment, The depravity of morals, The importunity of passion, The excess of zeal, The submission to desires, The opposition to right, The drowsiness of negligence, The entrance into troubles, The preferring of wrong to right, Persistence in sins, The underestimation of guilt, The overestimation of service, The pride of the wealthy, The despising of the poor, The abuse of power over those under our hands, the failure to thank those who are kind to us, assisting the oppressor, forsaking the oppressed, aiming at that to which we are not entitled and speaking in matters of learning without knowledge.


We implore Thy protection from keeping in mind the weaknesses of others, from being proud of our good deeds, and from indulging in far-reaching hopes.


O Lord, we flee to Thee for protection from inward evil , from underestimation of minor sins, from the domination of Satan over us, from being involved in calamity by the course of events and from being oppressed by a sukan.


We flee to Thee for protection from acquiring extravagant habits and from want of livelihood.


We ask. Thy protection from the ridicule of enemies, from the begging of equals, from living in hardships and dying without preparation.


We seek Thy protection from the exceeding regret, from the great calamity, from the terrible misfortune, from unsafe refuge, from being unrewarded and from the visitation of chastisement.


O Lord, bless Muhammad and his descendants and protect me and all the true believers, both male and female, from all these by Thy Mercy, O Most Merciful'



-

İmam Zeynel Abidin bin Hüseyin

Salı, Mart 09, 2010

Nuh'un Dramı

-


I.


bu nuhun üzerinden zaman geçen hayatıdır

tanrısı buyurunca onu kıramadı

her gün dahasını inşa ettiği bir gemi

oğlunun tabutuna çaktığı bir çivi

allah’ın günü kalbinin derinlerine bıçak

vahiy gelen yerleri çok şükür müstesnasında

ama kalp bu

ayrıntısında

çocuk biriktiriyor.


sonra göğün tesisatçısına yıllık izin

yerin canına ot.


cudi’de bir başına bir anne hüznü

halısahalar her an yeşerecekmiş gibi çamur

oksijenden çok azot

gemi desen at pisliği eşek pisliği

ama bu demlenmiş çay aşkı

ve her an aşağı ovadan bir oğul.


II.


haddini bil. kun deyince bin nuh


III.


gökten ibrahim’e koyun gelir

yakub’a gömlekler gelir yusuf kokulu

sana ne var nuh.


IV.


biliyoruz küs öldüğünü suya.


-

Pazartesi, Mart 08, 2010

حيدربابايا سلام | Heydər Baba'ya Səlām

-

Heydər Baba yār u yoldaş döndilər,
Bir bir məni çöldə goyub çöndilər,
Çeşmələrim, çıraxlarım söndilər,
Yaman yerdə gün döndi, axşam oldı,
Dünya mənə xərābə-i Şam oldı.

-

شهريار | Şəhriyar
-

حيدربابا، يار و يولداش دؤندوْلر
بيربير منى چؤلده قوْيوب، چؤندوْلر
چشمه لريم، چيراخلاريم، سؤندوْلر
يامان يئرده گؤن دؤندى، آخشام اوْلدى
دوْنيا منه خرابه شام اوْلدى


-

1403'lerde Doğu Anadolu Görmüş Bir Gavur Elçinin Seyahatnamesinden

-
bazı şeyler zamana direniyor diyerek aktarıyorum:

...
Pazar günü yola koyulduk. Deliler Köyü diye bir yere vasıl olduk. Buraya "Deliler" adının verilme sebebi, burada oturanların çoğunun, uzlet hayatına girmiş, dünyayı terketmiş müslüman dervişler olmasıdır. Etraftaki köylüler buraya ziyarete gelerek dervişlerle görüşüyor, hastalarını getiriyor ve dervişten şifa diliyorlar. Buradaki dervişlere "keşiş" denmektedir. Reisleri, hepsinden büyük hürmet görüyor ve evliya olarak kabul ediliyor. Timur buradan geçerken bunların yanına uğramış ve reisin yanında bir müddet kalmış. Çevre köylerden buraya bol bol adaklar yapılıyor. Reis derviş köyün hakimidir. Köylüler bu dervişlerin hepsini evliya olarak görüyor. Bunlar saç ve sakallarını tıraş ediyor ve yaz kış sırtlarında kaba abalarla dolaşıyorlar. Zaman zaman yanlarında taşıdıkları sazlarını çalarak ilahiler okuyorlar. Tekkelerinin kapısında bir püskül ile hilal şeklinde bir resim bulunuyor. Bunun altına da geyik, keçi ve koyun
boynuzlarından bir sıra dizilmiş. Her dervişin kapısının üstünde bu tür bir boynuz vardır.
...

1403'lerde Doğu Anadolu' Görmüş Bir Gavur Elçinin Seyahatnamesinden.

-

Çarşamba, Mart 03, 2010

Bir İdamlık Kürt


Seyid Mihemed Kalardeştî adlı bu Kürt, bir Ehli Hak şeyhi. Mahşer günü bütün sultanların ve adaletsiz devlet yetkililerin Şehrezor yaylasında Rab tarafından cezalandırılacağına inandığı için 1967'de İran'da tutuklandı. Boynuna zincir geçirildi ve halka teşhir edilerek idam edildi. Bu fotoğraf, ilk fotoğrafı mıydı bilinmez ama Kalardeşti'nin son fotoğrafı. Acaba bu fotoğrafı Roland Barthes görmüş olsaydı ne yazardı? (Meraklısı için: Camera Lucida - Roland Barthes / Altıkırkbeş Yayınları ve Kürdistan Tasavvuf Tarihi - Muhammed Tewakoli / Hivda Yayınları)

İbrahim Halil Baran

Pazartesi, Mart 01, 2010

İnce Elek

-

İçtikçe içesim geliyor gayri ne bilgi ara ne hüner
Beni bu rakıyla başbaşa bırakma
Adam olayım çalışıp para kazanayım
Beni böyle işsiz güçsüz bırakma
Beni uslandır beni yüreklendir
Beni deli edip bırakma
Bilsen nereleri var kalk gidelim
Beni hep buralarda bırakma
Beni aç bırak evsiz urbasız bırak
Beni sensiz bırakma

Beni ne yap biliyor musun
Beni yont beni arıt beni ayıkla


Metin Eloğlu

-

Pazartesi, Şubat 22, 2010

327 Türküsü

Bu türkü formunda çığırılan ezan, 1909'dan başlayarak, hamidiye alaylarınca çoğunlukla Bingöl, Hınıs ve Varto'da gerçekleştirilen katliamlarda hayatını kaybeden insanlığadır!


hamidiye namıyla asker tutmuşlar
moskoftan beter düzen kurmuşlar
boyu devrilesi kürdün yezidi
varto'da ali oğlum vurmuşlar

bizi gavur bellemiş kör kapı iti
hınıs'da seçmemiş yaşlı yetimi
bogün cibran denlen dünün yezidi
âl-i osman deyu yakar evimizi

bingöl yöresinde akan kanımla
hesabu aleme haber salmışak
ağaç kovuğundan allahülazim
zülfikarla aslanım hazır olacak

-

Cuma, Şubat 19, 2010

Dar Açı

-

Uzun saçlar yakışırdı sana uzun yıllar
Bir gökyüzü bitince öteki başlardı
Çevik taylar dururdu güneşte olgun başaklar
gölgelikler dururdu,
Ovalar aydınlıkta dururdu
Bulut geçti derdik bilemeden
Ya da yağmur yağacak derdik
Fesleğen saksıda güzel dururdu
Bak bu olacak şey mi kömür beni vurdu
Ayaklarım aldı başını gitti
Ellerim kaldı duvarda
Kalk ne olur pencereyi aç
Uzun saçlar yakışırdı sana uzun yıllar
Bir gökyüzü bitince öteki başlardı.


Arif Damar

-

Pazartesi, Şubat 15, 2010

Modernliğin Kafir'i Olmak

-

Modernlik, hayatımızın her alanını kuşatmış bir fenomen. Kendine özgü üretim ilişkileri, kendine özgü mekan ve zaman anlayışına, kendine özgü bir topluma sahip olduğu kadar kendine özgü bir yaşam biçimine de sahip.

Seküler bir yapısı olduğu belirtilir, hayır modernliğin bir dini vardır. Kendi değerleri, kendi dünya görüşü, kendi yaşam tarzı olan bir fenomen elbette boşaltılan dini alanı dolduran bir dindir aynı zamanda. Modernlikte din bireyselleşmiştir argümanı, din toplumsal alanı boşaltmıştır ve din sadece vicdanlarda kalmıştır demek kadar modernliğin dinine tabi olunur da demektir. Din bir sosyalleşme aracıdır, bireysel din mi olur? Bu durumun sosyolojik bir anlamı zaten yoktur.

Modernlik dine dair olan kavram ve kurumların formunu koruyarak içeriğini değiştirmiştir. Form korunmuştur çünkü toplumsallaşma sürecinde önemlidir, içeriğin değiştirilmesi ise dini olan çoğu olgunun dünyevileştirilmesi anlamını karşılar. İlk başta dünya ve ahret, dünyevi ve kutsal birbirinden kopartılarak uzaklaştırılmıştır. İkinci olarak, modernlik hem bir gelenek hem de kutsal mucididir ve yeni gelenek ve kutsallar icad etmiştir.

Dini olanın dünyevi olana dönüşümü şöyle bir şeydir; kırmızı ışıkta geçmek günah mıdır diye bir moderne sorduğunuzda alacağınız cevap tartışmasız evettir. Dini referanslı hukukun yerine sekülerin geçmesi bu durumun temel altyapısıdır. Modernlik bir geleneği kaldırmıyor aslının yerine sahtesini yerleştiriyor. Sonuçta modernliğin ürünü olan her şey kutsallaşıyor. Değerler ancak böyle kabul edilebilir bir hal alıyor, herkes demokrasiyi, başarılı olmayı, iyi bir vatandaş olmayı, vergisini vermeyi kutsal kabul ediyor. Bu durumda mevzu bahis olan mevcut kutsamalar değil bu kutsallığa karşı inancı olmayanların hemen cezalandırılmasıdır.

Modernlik dinine göre cennette cehennemde bu dünyadadır ve şeriatı da çok ağırdır. İyi bir eğitim almaktan, iyi bir yaşam tarzı sürmeye, markaları önemsemekten, statünüze uygun yerde ikamet etmeye, statünüze uygun kişilerle sosyalleşmeye, statünüze uygun yerlerde tüketmeye yönlendirilirsiniz. Bu kalıplara uymadığınız takdirde önce modernliğe olan sadakatiniz, sonra da modernliğe olan imanınız sorgulanmaya başlar.

Bu dinin Batı dışına –islam dünyasına- yayılması ise modernliği, hristiyanlık ve Müslümanlık arasındaki fark kadar farklılaştırmıştır. Bizim dünyamızda zaten devletin de dine rağmen kutsanmış bir yapıda olması her şeyi çok kolaylaştırmıştır. Devletin bizatihi kendisi kadar yöneticilerinin de kutsandığı bu gelenekte –padişahlar kadar paşalar da kutsaldı ve hepsinin türbeleri vardı- modernliğin kutsallığı bir fetva ile imkanlı hale geldi; “İslam ümmetindenim Batı medeniyetindenim.

Sonrası malum, kutsal Türk, kutsal bayrak, kutsal asker, kutsal maliye, kutsal trafik kuralları. Cezalar mı elbette iki din arasındaki fark kadar derin. Batıdan farklı olarak eylem bir yana düşünmek dahi suç. Bu kutsama işinin sonu elbette yok ancak bu duruma karşı çıkanlar, gerçek kutsalı koruyanlar ne oldu? Sorusu önemli. Onlar sayıları Peygamber döneminde münafıkların müminlerin sayısına oranı kadar az olan bir grup olarak adaleti ahrette bekleyenlerdir.

Sayıları belli olmadığı gibi görünür de değillerdir. Ne başörtüsü, ne sakal ne de cübbe gibi görünür işaretleri yoktur. Modernlikten farklı bir yaşam biçimini, farklı değerleri, yoksulları, yetimleri, miskinleri korurlar. Kanaate dayalı bir hayat ve tevazu sahibi insanlardır onlar. Asla politize olmamışlardır. Herhangi bir siyasi lideri ne kutsarlar ne de olumsuz bir yargıda bulunurlar. Onlar bu oyunu oynamazlar; “onlar boş şeylerden yüzünü çevirirler”. Avam karşısında biz de sizin dininizdeyiz gibi bir münafıklığa yada kızım kolejde okusun da kendisini kurtarsın gibi müşrik bir duruma düşmezler. Onlar modernlik dininin kafirleri, gerçek dinin müminleridir.


Mehmet Aksoy

-

Generaller Niçin Sokağa Çıkamaz

-

bir general herşeyi göze alıp
biz ölümlüler gibi
sokağa çıkarsa
bastonunu kaçırır hemen
sokağın küçük oğlanları
damdan dama damdan dama
ve rüzgarlı kahkahalarıyla
küçük kızları sokağın
şapkasını uçurur bulutlara

bir general herşeyi göze alıp
biz ölümlüler gibi
sokağa çıkarsa
bembeyaz barikatlarına takılır
generalin dikenleri madalyaları
bulut kokan akasya ruhu kokan
çivit ve cesaret kokan
sonsuz çamaşırların

bir general herşeyi göze alıp
biz ölümlüler gibi
sokağa çıkarsa
sokağın ortasında
büyük bir ayna
bir yüzde sayın general
ötekinde mahalle bekçisi

bütün bunlar
ve buna benzer nedenlerden ötürü
generaller sokağa çıkamazlar
sokağın üstündeki sahanlıktan
geçip gider
helikopterle teyyareler


Cahit Koytak

-

Pazar, Şubat 14, 2010

Menim Anam



Savadsızdır
Adını da yaza bilmir
Menim anam...
Ancak mene
Say öğredib
Ay öğredib
İl öğredib
En vacibi dil öğredib
Menim anam.
Bu dil ile tanımışam
Hem sevinci
Hem de gamı
Bu dil yaratmışam
Her şiirimi
Her nağmemi,
Yoh men heçem
Men yalanam
Kitap kitap sözlerimin
Müellifi Menim anam


Bahtiyar Vahabzade

-

Cumartesi, Şubat 13, 2010

Narlıbahçe Sokağı

--

tuncay akgün'e


gün boyu top oynuyor, terliyor, hasır iskemleler, domates kasaları üzerine oturuyor, dibi ısırgan otlarıyla dolu mahalle duvarına sırtımızı veriyorduk. karşıda bizans sarısına boyanmış duvarlarla çevrilmiş kocaman bir gemi gibi tekel binası, üst katın geniş pencerelerine tütün gazından zehirlenmiş işci kadınlar doluşmuş. uzun uzun esiyor rüzgar, her öğle sonrası, erik reçeli kadar küçük, tatlı kız kardeşiyle bir kız geçiyordu. elma içi yüzünün teni, yaklaştıkça kız, mahallenin çocukları iskemlelerinde doğruluyor, hayranlık akşama kadar dedikodusunu yapıyorlar. omzuna tutturulmuş uzun yırtmaçlı entarisi, essiz çıplak kolları. duru kalçaları, sakin bakışlarıyla hiçbirimizle ilgilenmiyor. kusursuz göğsü çepcevre açık, daha fazla bakmaya utanıyorum. her gün mahalleden bir çocuk ara sokaklara kadar peşinden gidiyor, hüsranla dönüyordu. şansını denemeyen kalmamıştı.

bir gün sahilde, arkadaşım mustafa’yla, yumuşak dalgalarla oynaşan güzel kokulu narin yosunları yoluyor, midyenin bıçak ağzını kayalara sürtüp içini çıkartıyor, “yarın ne yapalım” diyorduk, yaz tatili gelmişti. yarın perşembe. canına tak eden mustafa hayatının tüm durgunluğuna lanet okuyan kararlılığıyla, “tam saat birde, mahallede olacağım, hangi kız gelirse, ardından gideceğim...”

müthiş bir macera, “ben de?” dedim. “sen yapamazsın, bu sıcakta giyecek bir şeyin yok, boğazlı kalın kazak giyiyorsun, ayakkabın patlamış parmakların görünüyor, kim bakar sana...!”

ertesi gün saat birde uzun, kalın yakalı krem rengi gömleğini giyinmiş geldi, saatin bir olmasını bekliyor. önümüzden geçecek kızı bekliyorduk ki, mahallenin bakkalı firar amca, kalın kaşlarına gömülmüş, kaba-saba korkunç küfürler savurup elinde kasalar hücuma geçti, “her yeri çekirdek yaptınız, kalkın lan puştlar burdan!”

ah ne çok çekirdek çitliyorduk. mustafa, atapark’ın bahçelerinden pembe bir gül geçirdi eline, kimin peşinden gittiyse eli boş döndü, oynamaktan elindeki gül pörsüdü, yaprakları kendini bırakıverdi. gelecek perşembe. öbür perşembe, saat birde hazır olduk...

mahalle takımı beş kişilikti, bensiz tek bir maç yapılmadı mahallede. maç başladığında, açlıktan birbirini yiyen aç kurtlar sürüsüne dönüşüyorduk, evine dönmekte olan yan mahallenin ihtiyarlarına kadar, etrafımızı curcunalı bir kalabalık sarar, birbirimizin kafasını gözünü şişirip, ölümüne kıran kırana maçların kavurucu susuzluğuyla, başka bir dünyanın çocukları oluyorduk.

maçın tam ortasında, karşı takımın kalecisi, “o kız gelmiş, seni seyrediyor” dedi... “gene?”.. şaşırdım, içimde titreyen o kuş yüreğimde, beklemediğim karanlıkta bir gong vurdu. döndüm kalabalık içinde kızı aradım. gördüm onu, durmaksızın bana küfreden kazma kafalı adamların arasında tatlı tatlı bakıyordu. top ayağıma dolandı, ayaklarımın bağı çözüldü. ayağıma gelen her topu kaybettim, aynı takımdaki arkadaşlarım, “...iktiğimin herifi oynamayacaksan çek git...” diye küfretmeye başladı. maç biter bitmez, gülbahar camisi’nin en büyük baş çeşmesine koştum, buzlu kaynak suları içtim, içtim...

mustafa’lara koştum, mustafa’nın annesi rejide çalışıyordu, tütün idaresi, bizim mahallenin tüm çocuklarının anneleri rejide çalışıyordu, ev akşama kadar boştu. mustafa gitarla, o zaman gitarla orhan gencebay çalmak modaydı, defalarca çaldı: “sevince bir başka oluyor insan..” o gece mustafalarda kaldım, gece radyoyu açtık, ali kocatepe’nin “bundan böyle düşünerek atın adımlarınızı/elbet bir gün mutluluktan yana alırız payımızı..” yüreğim koptu kopacak, ölecek gibi oluyorum, gece dönüyor, uyuyamıyorum, uçuyorum, radyonun düğmesini dünyanın en uzak kanallarını çeviriyoruz, ispanya’dan müzik.

ertesi gün mustafa krem gömleğini bana verdi, acilen ayakkabı da bulmalıyım, mahalleden kemal’in ayakkabıları... hazırlandım, mustafa birden oyunbozanlık yaptı, kıskandı.

“o kızla konuşursan gömleğimi vermem” dedi. “neden?” dedim, “seninle kavleştik, perşembe günü saat birde, kim geçerse onunla çıkacağız demiştik”. verdiğim söze bok süremem, sıkıştırıldım. çaresiz perşembeyi bekledim. en yakın arkadaşımı kıramam, saat birde umutsuzca mahalledeki yerime kuruldum.. içimden, mustafa’nın gömleğini geri verip, dolabın altından annemin parasını alayım gizlice dedim. koca dünyada tek bir şansım kadı. saat tam birde o kız çıkıp gelsin. saat, terler içinde bir oldu, tanıdık galiba, mustafa “hadi şansına bu çıktı” dedi. “olmaz oğlum, bu kemal’in kız kardeşi, ayıp olur, hem ağabeyisinin ayakkabısını bile tanır”, bir kız daha geçti, “olmaz oğlum dedim, bu bizim uzak akraba, yengemlerin kulağına giderse...” memleketimiz bir deniz ülkesi, umudu kesmeyelim, bir gemi gelmese de, bir fırtına, eski batık bir geminin gümüş dolu küplerini sahile vurur...

ahh, gördüm onu, saat iki olmamıştı, bir an durdu, ağır ağır yürüdü, dilersen, gel, gibi... ah, o herkesin övdüğü. yolun karşısında, elektrik direğinin dibinde, öyle güzel sundu ki kendini... sunuşu ne güzel, günden güzel! seyrine doyamadığım, canım, koş, ve parçala beni, der gibi. bu koca ormanda artık ikimiz varız.

gel de konuş, ne bahane uydurulur, nasıl konuşulur? kendime güvenemiyorum, kekeliyorum, bu kız peri gibi, gidip vitrinlerin önünde duruyor, sonra birden kayboluyor. bir başka vitrine bakarken yanaşıyorum, arkadan mum sarısı topukları... için için gülüyor. heyecandan yüzüne bakamıyorum. erik gibi incecik kolları. hava karardı, kararacak, bana cesaret vermek için öyle ıssız sıkaklara giriyor ki. erkekliğimden hiç şüphem olmadı ama, bu ilk konuşmalar, bana göre değil, dayanamıyorum. o da yoruldu dolaşmaktan, evet, narlıbahçe sokağı’na giriyor. gören olur korkuyorum, geriye döndüm, son defa baktım ardından. yolun ortasında, kaskatı elinde çiçek buketi tutan heykeller gibi durdu. yüreğim yerinden oynayacak. yanına yaklaştım, “şey, yarın buluşalım mı?”.. o da heyecanlı, “neden?” dedi. allah kahretsin, her şey bitti. bu tuhaf sorunun karşılığını bilmiyorum, ne yapacağım. elini uzattı, sert bir rüzgar sokağı ayağa kaldırıp alnımdan teri aldı, “ben asuman!” dedi. istiridye gibi parmak tırnakları, tül gibi, gül yaprağı gibi yumuşak parmakları... ben de nihat! dedim, tanıştık.

etrafta ayak sesleri, telaşlandık, aceleyle, “saat kaçta buluşalım?” “seni bugün gördüğüm saatte?”, “nerde?”, uzunsokak’taki pastanede... korkuyla “annem görür” deyip, çekti beni evin kömürlüğüne, mağara kadar kuytu. birden karanlığın içinde, elinde ölmüş bir yılan, deli bir çocuk girdi aramıza. yılanın ağzını gösteriyor, bağırıyor, “ageee, ageeee”... ruhum tiksintiyle gıcırdadı, attım kendimi geriye. deli çocuk zorla elimi tuttu, parmağımı açılmış yılanın ağzına sokmaya çalışıyor. “korkma?” dedi, güzelim, parmağını çekinmeden yılanın ağzına soktu. yine gördüm o parmakları, kıyıda köpüklü dalgaların yıkadığı camsı çakıl taşları gibi sokuverdi yılanın ağzına. deli çocuk, yılanını sallayıp “ageee, ageeee” diye bağırıp uzaklaştı... çok korkmuş yüzümü avuçladı kurumuş sonbahar yaprağı gibi. “acı çekmek istiyorsan korkma!” dedi.

ben onsekiz, o onyedi yaşındaydı, gökkuşağı gibi sözler bekliyordum, o, beklemediğim tuhaf laflar ediverdi, “doğduğum günden beri babam sarhoş, her akşam annemi, beni dövüyor, dün akşam yanan sobayı devirdi, evimiz yanıyordu”... masalım yok oluverdi. daha tanışmadan böyle konuşmalar, neden yoksul insanlar, aşka, sevgiye en kötü yerinden başlar! ben, öldürsen evimizde olan şeyi dışarı anlatamam. benimle içinden o kadar konuşmuş olmalı ki, biryerden başladı işte, ama en sonundan.

eskiden pastanelerin içinde, bugünkü kafeslere benzer, kumaş ve deriden oturma yerleri olurdu, eskiden pastanelerde dans edilirdi. aşıkların gittiği bu pastanelerde hülyalı konuşmalar bitmezdi. simli formikayla döşenmiş duvarlar, masalar, bize çok modern gelirdi. tören gibi giriverdik içeri, loş iç odasında yerimize oturduk. pek küçük bulunmuş olacağız ki, yaşı 20’yi, 25’i geçmiş, ipeksi bluz giymiş ablalar, denizkabuğu desenli yosun renkli gömlekler giymiş ağabeyler gülümsediler.

içinde titreyen güvercin yüreği gibi tenini gösteren, çok güzel bir elbise giymişti asuman. istanbul’da genç bir teyzesi vermiş, o almış. yaprakları, simli, sapsarı bankaların verdiği cep defterinin en şıkından alıvermiş, hatıra defteri, hediye etti bana. ballanmış meyvelerini dünyaya sunan ağaçlar gibi sunuverdi hediyesini, kendisini de. korktuğum başıma geldi, yan masadan, mahallenin orospusu denilen ayşe de oradaydı, yolumu keserdi bu kız, kaçardım. çıkmadığı çocuk kalmamıştı. ona sorarsan bana aşıkmış. biz, birbirimizin elini tutup, birbirimize ilk ve en güzel sözleri söylemeye çalışırken, yanımıza ilişti, yan masadan en çirkin, hakaret dolu laflar atıp, dalgasını geçti. asuman her şeyi anlıyor, korudu beni, dudaklarımı tutup, “bir şey olmaz, başını o yana döndürme” dedi.

bazı masalar ayağa kalkıp dansediyordu, bir an biz de kalkalım, dedim, ah, o kadarına cesaret edemiyorum. dansederken insanlar, bir kadını nereden saracağını, ellerini nereye koymalı, tane tane öğrenmeli, şimdi bakıyorum bir sürü manyak herif ahtapot gibi kucaklıyor karıları. asuman “ben hiç dans etmedim” dedi, “ben de birkaç sefer” dedim, ama iyi bilmem. birbirimize öğretiriz, dedik, işte o sıra, ne güzel gülüştük. ayşe yan masadan, küçük kızlarla mı çıkıyorsun ulan, bu kız ortaokula gidiyordur, bunun annesini de tanıyorum, valilikte odacılık yapıyor... asuman, yine oralı olma gibi, küçücük elleriyle yüzümü okşadı. istersen kalkalım, dedi. küçük para çantasını çıkardı, o kadar küçüktü ki çantası, işte böyle sevgilim olmalı dedim, içinden buruşmuş kağıt beşlik, birkaç küçük demir para çıkartırken, yukarıdan gümüş dudakları seyrettim.

koşar adım, sahile, ganita çay bahçesi’ne indik. altımızda yeleleri ince uzun taraklarla taranmış taylar varmış gibi bulutların üstünde koşuyorduk. arnavut taşları, ortasından akan yapmur suyunu şapur şupur şaplattık sevinçle, toza toprağa karışmış rüzgar saçlarımızı dağıttı. geceler boyu hayalini kurduğum aşk kuşu, aklımın ucuna gelmeyecek kadar güzelmiş, aklımı oynatacak kadar kendimden geçirdi beni, biçimsiz aşı boyalı evlerin duvarları gülüyor, döküle döküle yamacı büyük bir moloz olmuş kalenin surları gülüyor!...

en kuytu köşeyi seçtik, ağaçların altında, asma bahçe gibi ganita, loca loca, bahçeler, üst üste. tahta masaya oturduk. kelebekler gibi parmaklarıyla oynadı, fruko içtik. bir cam parçası bulup, masanın üstüne bir tarih yazım. nedir bu? der demez, eğildiğinde, burnunun üstünden öpüverdim. utanarak çekildi. ilk öptüğüm kızı öptüğüm tarih, bu, dedim. üst locadan bir alkış tufanı koptu. başımızı kaldırdık baktık, tüm hareketlerimizi bir kalabalık eğlenceli arkadaş grubu izliyor, bizimle dalga geçiyorlar. madara olmuş gibi hissettim kendimi. asuman, sıkıldıysan kalkalım, dedi. yağmur başlamıştı. yağmurun altında sahilde upuzun yürüdük. insan hayatında birkaç sefer yürüyormuş. saçlarından sızan yağmuru sıktım, o da avuçlarını açtı, yüzümdeki yağmurları çenemin altından topladı. kirpiklerinin üstünde inci tanesi gibi bir yağmur tanesi hiç düşmedi, ışıl ışıl, aradan geçen yirmibeş yıldır, orada duruyor!

hava kararıyor, yağmur suları ateş dereleri gibi akıyordu. narlıbahçe sokağı’na geldik, ayrılmalıydık. yine o deli çocuk elinde yılanıyla kesti önümüzü. asuman, “sen çok korkuyorsun, babam, bir defasında satırla kesti yılanın kafasını...” deli çocuk yılanın ağzına parmağımı sokmazsam, sokağa beni sokmayacak, öküz gibi güçlü, elimi kurtaramadım. zorla yılanın ağzına sokacak. boğuşmaya başladık. asuman, çok telaşlandığımı anlayıp, “canım” dedi, “dur, onun yerine de yılanın ağzına parmağımı ben sokayım”... korudu beni. insan hayatında birkaç sefer korunduğunu hissediyor! asuman parmağını sokunca deli çocuk birden kapattı yılanın ağzını, acıyla çekti parmağını, ince bir sıyrık, kanıyor! asuman’ın elini kapıp, acısını dindirmek için emdim parmağını... ölene kadar, kanımda bir bozukluk kimse bulamaz benim.

asuman, annem kapıda eyvah, deyip eve koştu, ben mustafa’ya, gitarını alıp, sahile koştuk. dalgakıran kayalıkların üstünde gitar çalıp şarap içtik. gecenin dibinde en koyu laciverdi bulana dek, dalgalar homurdanmaya fareler korsanlar gibi ciyak ciyak cığlıklarla yüzmeye başladığında geri döndük. ay ışığı denize vuruyor, insanlar buna yakamoz diyor. o gün orada öğrendim ki, yakamoz başka bir şey. denizler çok üşüdüğünde buzlu derin suları ısıtıyor ışıltılar. yakamoz, koyu derin sulardaki gümüş sırtlı balıklar, geceleri dışarıyı görsünler diye, açılmış, küçük parıltılı pencereleri, en derin yerimizin.

annemler her yıl ankara’ya giderdi, bir ay evde kardeşimle yalnız kalıyorduk, üç katlı eski bir rum konağı. büyük demir kapısı, giriş katın solunda, mermerden bir çamaşırhane, annem kullanmazdı. asuman geldiğinde demir kapıyı açık tutardım, gizlice çamaşırhaneye girerdi. biz içeride sevişirken, buz camın gölgesinden kardeşim görmesin diye dayardık sırtımızı, ya da yolluklar alır sererdik altımıza. her tarafını öpmek istiyordum. yumuşacık öpüşleri flüt sesi gibi gezindi vücudumda. nar çiçeği gibi bacakları. öptükçe bir yaprağı daha şişip sevinçle açılan, dünyada eşi olmayan şahane memeler. gök mavisi alevli bir ateş yanıyordu içimde, çıtırtısı, kokusu, çok uzun, umutsuz bir yolculuğa çıkmış, soğuk poyrazlar yemiş gemi kaptanları gibi erkekleştiriyordu yüzümü.

öptükçe onu, denizin dibinde gizli bir gülüş yerleşiyor yüzüne. insanı ağlatan bir heyecanla, uykulu memelerini fırlatınca dışarı. zehirli bir bıçak gibi dudaklarımla sıyırdım, kızarttım uçlarını. afyonlu şerbet içmişim gibi. dilim çıra alevi, ormanın en kara yerine dokununca, delirmek üzereydim, seviştikçe kuduran bir kurta dönüyordum.

sakinleşip, tazelikle dudaklarını öptüm, asuman, “öpüşmek böyle olmasa gerek” dedi. ben, bilmiş gibi, işte böyle, dudağını dudağıma alıyorum. asuman, “iyi de tuhafıma gitti, sanki öpüşmek başka türlü...”

ertesi gün sokakta beni, fileli hırkası, kırmızı çorabı, alüminyum zincirli çantasıyla ayşe gördü, “sen, o kızı öpmeyi bile beceremezsin, çünkü öpüşmeyi bilmiyorsun..” diye laf attı, ben hızla uzaklaştım, peşimden koştu: “ben sana öğretirim!” dedi. içimden ayşe’nin koyun ciğeri gibi kanlı rujlu kalın dudaklarına baktım, miğdem kaldırmadı, iyi de asuman’a rezil oluyorum, öğrenmiş olurum.
ertesi gün asuman’a içinden bir şey giyme, çıkartılması zor oluyor, dedim. önden düğmeli kot elbise giydi. bir güzel soyuverdim, baştan aşağı su gibi. külotlu çorap giyiyordu, sıyırdım dizlerine kadar. uzun örülmüş saçlarıyla memelerini, elleriyle önünü kapattı. acelem var, dişlenmedik yeri kalmasın, “ben” dedi “(james bond) roger moore’e aşığım, ahh, büyüyünce amerika’ya gidip, onunla bi gece yaşayabilecek miyim?”. erkekliğim, moralim, öyle bozuldum ki, külotu da dizinden aşağı inmiyordu. çıkart şunu, dedim, sinirle. hayır, dedi, her yerimi öpebilirsin, ama, dizimin altını asla. yalvardım, sarstım, çıkart, çıkart! olmaz, dedi. her tarafımı öpüyorsun ya, orası kalsın, ne olmuş, dedi. ayağa fırladım, o zaman çek git, giyin, dedim. asuman, “estetik yaptırıncaya kadar, kimseye göstermek istemiyorum” dedi. ama, seni nasıl sevdiğimi göstermek için, bir kerecik gösteriyorum, deyip sıyırdı çorabını. haşlak çay dökülmüş, dizinin altında mimoza çiçeği gibi lekeler!

yorgun düşüp uzundık, asuman, “birbirimizi on gün kadar görmezsek, bir daha hiç görmeyelim.” kavleştik. o kadar seviyorduk birbirimizi, on gün dolmadan mutlaka görmeliyiz, yada hiç görmemeliyiz.

on gün birbirimizin peşine koştuk, aradık, ağladık, yırtındı buluşamadık. çok sonra anne birkaç kez kapıya tavşan gibi bir kız geldi; sana hediye gömlek almış, dedi. niye içeri almadın, dedim, “elin kızı, ne derler, onun anası babası yok mu” dedi. yirmibeş yıl oldu, bir daha buluşamadık. on gün dolmaya yakın, babası bir adam bıçaklamış, polisler, karakol, cezaevi kapısı. asuman, sokağa çıkamadı o on gün!

ankara’da hayatım, manolya ağacı kadar soylu, manolya çiçeği kadar koklamaya kıyamadığım onun hayaliyle geçti. zaten, sokakta kalmış işportacı, zayıf kuru bir çocuk gibi gidemezdim yanına. başarmış, ünlü bir yazar olup gitmek istiyordum kapısına,
asuman, seni bir kez daha öpmeyi hakettim. çünkü hiç yalan söylemedim. çok çalıştım asuman... senin bana sunduğun gibi, içimi insanlığa sunmak istedim. ve gerçek bir erkek oldum artık, yılanın ağzına sokabiliyorum parmağımı!

ben küçükken, kuyuya düşmüştüm, iki metre derinliğinde, üstü tahta kasalarla kaplıydı, oynarken. annem mukabelede, haber vermişler, çığlıklarla döküldü kadınlar sokağa, onlarca kadın tahta parçası uzattı bana, çırpınırken ben, memeleri en kocaman olan melahat teyze çıkardı beni, annem, kuyu, deyince, mahallenin ortasındaki diğer, derin kuyu sanmış, oraya koştu, kuyunun başında çığlıklar atıyor, saçlarını yoluyor. o kuyu elli metre derinliğinde, annem kuyunun dibine bakıyor, ben yokum... büyüdüğümde, annem, o anı anlattığında dahi yine gözleri derin bir boşluğa düşer, o kuyunun uçsuz bucaksız derinliğini görürdüm gözlerinde.

o kadar büyüktü ki annemin gözlerindeki o korkulu boşluk. asuman’dan sonra, aşk dediğim şey, öyle bir boşluk bıraktı içimde. o boşluğa dayanamıyorum. ne zaman sevecek gibi olsam, güzel kelimelerle süslenmiş taşlar atıyorum kuyuya, dolsun o kuyu... annemin gözlerindeki o kuyuyu doldurmak için, aşk denilen o ilk düştüğüm yeri, bugüne dek, ölene dek doldurmak için, yazıyorum, yazıyorum, yazıyorum...


Nihat Genç

--

Çarşamba, Şubat 10, 2010

Diriliş Şairi'nden: Masal

-

Doğuda bir baba vardı,
Batı gelmeden önce,
Onun oğulları batıya vardı

Birinci oğul batı kapılarında,
Büyük törenlerle karşılandı.
Sonra onuruna büyük şölen verdiler,
Söylevler söylediler babanın onuruna.
Gece olup kuştüyü yastıklar arasında,
Oğul masmavi şafağın rüyasında.
Bir karaltı yavaşça tüy gibi daldı içeri
Öldürdüler onu ve gömdüler kimsenin bilmediği bir yere.
Baba bunu havanın ansızın kabaran gözyaşından anladı,
Öcünü alsın diye kardeşini yolladı.

İkinci oğul Batı ülkesinde
Gezerken bir ırmak kıyısında,
Bir kıza rastladı dağların tazeliginde
Bal arılarının taşıdığı tozlardan,
Ayna hamurundan, ay yankısından
Samanyolu aydınlığından, inci korkusundan,
Gül tütününden doğmuş sanki;
Anne doğurmamış da gök doğurmuş onu,
Saçlarını güneş destelemiş
Yıllarca peşinden koştu onun,
Kavuşamadı ama ona;
Batı bir uçurum gibi girdi aralarına.
Sonra bir kış günü soğuk bir rüzgâr
Alıp götürdü onu.
Ve ikinci oğulu
Sivri uçurumların ucunda,
Buldular onulmaz çılgınlıkların avucunda.
Baba yağmurlardan anladı bunu,
Yağmur suları aci ve buruktu
İşin künhüne varsın diye
Yolladı üçüncü oğlunu

Üçüncü oğul Batıda
Çok aç kaldı, ezildi, yıkıldı
Ama bir iş buldu bir gün bir mağazada,
Açlığı gidince kardeşlerini arayacaktı
Fakat Batının büyüsü ağır bastı.
İş çoktu, kardeşlerini aramaya vakit bulamadı.
Sonra büsbütün unuttu onları,
Şef oldu buyruğunda birçok kişi,
Kravat bağlamasını öğrendi geceleri.
Gün geldi mağazası oldu, onu parmakla gösterdiler,
Patron oldu ama hala uşaktı,
Ruhunda uşaklık yuva yapmıştı çünkü
Bir gün bir hemşehrisi onu tanıdı bir gazinoda,
Ondan hesap sordu o da.
Sırf utançtan babasına
Bir çek gönderdi onunla,
Baba bu kağıdın neye yarayacağını bilemedi,
Yırttı ve oynasınlar diye köpek yavrularına attı
Bu yüklü çeki.
İyice yaşlanmıştı ama
Vazgeçmedi koyduğundan kafasına,
Dördüncü oğlunu gönderdi Batıya

Dördüncü oğul okudu, bilgin oldu.
Kendi oymak ve ülkesini,
Kendi görenek ve ülküsünü,
Günü geçmiş bir uygarlığa yordu.
Kendisi bulmuştu gerçek uygarlığı;
Batı bilginleri bunu kutladı,
O da silindi gitti binlercesi gibi
Baba bunu da öğrendi sihirli tabiat diliyle;
Kara bir süt akmıştı bir gün evin kutlu koyunundan

Beşinci oğul bir şairdi,
Babanın git demesine gerek kalmadan
Geldi ve batının ruhunu sezdi
Büyük şiirler tasarladı trajik ve ağır,
Batının uçarılığına ve doğunun kaderine dair.
Topladı tomarlarını, geri dönmek istedi,
Çöllerde tekrar ede ede şiirlerini
Kum gibi eridi gitti yollarda.

Sıra altıncı oğulda
O da daha batı kapılarında görünür görünmez,
Alıştırdılar tatlı zehirli sulara.
Içkiler içti,
Kaldırım taşlarını saymaya kalktı,
Ev sokak ayırmadı,
Geceyi gündüzle karıştırdı,
Kendisi de bir gün karıştı karanlıklara.

Baba ölmüştü acısından bu ara

Yedinci oğul büyümüştü baka baka ağaçlara,
Baharın, yazın, güzün, kışın sırrına ermişti ağaçlarda.
Bir alınyazısı gibiydi kuruyan yapraklar onda,
Bir de o talihini denemek istedi.
Bir şafak vakti Batıya erdi,
En büyük Batı kentinin en büyük meydanında,
Durdu ve Tanrı'ya yakardı önce
Kendisini değiştiremesinler diye.
Sonra ansızın ona bir ilham geldi,
Ve başladı oymaya olduğu yeri,
Başına toplandı ve baktılar Batılılar.
O aldırmadı bakışlara,
Kazdı, durmadan kazdı;
Sonra yarı beline kadar girdi çukura
Kalabalık büyümüş, çok büyümüştü.
O zaman dönüp konuştu:
"Batılılar!
Bilmeden
Altı oğlunu yuttuğunuz
Bir babanın yedinci oğluyum ben,
Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden.
Babam öldü acılarından kardeşlerimin,
Ruhunu üzmek istemem babamın,
Gömün beni değiştirmeden!
Doğulu olarak ölmek istiyorum ben
Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var:
Karşınızdakini değiştirmek
Beni öldürseniz de çıkmam buradan
Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki,
Fakat değişmeyecek ruhum!"
Onu kandırmak için boşuna dil döktüler,
Açlıktan dolayı çıkar diye günlerce beklediler;
O gün, gün eridi ama çıkmadı dayandı,
Bu acıdan yer yarıldı, gök yarıldı
O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı,
Batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan aciz kaldı.
Hâlâ onu ziyaret ederler, şifa bulurlar,
En onulmaz yarası olanlar,
Ta kalblerinden vurulmuş olanlar,
Yüreğinde insanlıktan bir iz taşıyanlar.


Sezai Karakoç

-