Pazar, Ekim 19, 2008

Yüzde 99'u Müslüman

Ahmet İnsel
05/06/2005 RADİKAL II

Laik olduğunu iddia etmekle yetinmeyip, bunu bir anayasa hükmü olarak ifade eden bir devlette, kamu ilk ve ortaöğretim kurumlarında din dersi olabilir mi? Hadi oldu diyelim, bu ders zorunlu olabilir mi?

Laik olduğunu iddia etmekle yetinmeyip, bunu bir anayasa hükmü olarak ifade eden bir devlette, kamu ilk ve ortaöğretim kurumlarında din dersi olabilir mi? Hadi oldu diyelim, bu ders zorunlu olabilir mi? O da oldu diyelim, bu derste Kur'an okutulup, abdest ve teyemmüm uygulamalı olarak öğretilebilir, öğrencilerden namazın kılınışı ile ilgili sunum hazırlamaları beklenebilir mi? Bütün bunları Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersi adı altında paketleyip, sunmak, bu zorunlu derslerin varlığının laiklikle bağdaştırılması için yeterli mi? Bütün bu sorulara evet yanıtı verildikten sonra, Bektaşi babasının ünlü yanıtından esinlenerek durumu özetlemek kaçınılmaz oluyor: Laiklik yok diyeceğiz ama dilimiz varmıyor.

Karmaşanın böylesi

Aslında yukarıdaki sorunlara kaynaklık eden ana sorun, bu haliyle varlığı laiklik açısından son derece sıkıntılı olan Diyanet İşleri Başkanlığı'dır. Nüfus kütüğünde din hanesinin yer aldığı, bu zorunlu bilgi kaydına göre nüfusunun yüzde 99'unun Müslüman olduğu bir ülkede bütün bunlar doğaldır denebilir. Laik bir devlette, sıfatı Milli olan bir Eğitim Bakanlığı'nda koskoca bir Din Eğitimi Genel Müdürlüğü'nün yer alması gibi. Milli Din Eğitimi'nden sorumlu bir kamu kuruluşunun olduğu yerde laiklik de kendine özgü olur. Laikçilikle devlet dini arasında salınır.
Aynı ülkede üniversitelere kız öğrencilerin başörtüsüyle girmeleri laiklik gereği yasaktır ve bu yasak azim ve şiddetle takip edilir. Kamu alanlarında türbanın varlığı konusunda cephe savaşları verilir. Kamu alanında bir dinin propagandasını yapmak yasaktır. Ama nüfusunun yüzde 99'u Müslüman olan bir ülkede yaşandığına göre, Sünni İslam'ın tanıtılması ve yayılması konusunda medyada, günlük yaşamda doğal olarak bir kısıtlama uygulanmaz, uygulanamaz. Sünni İslam'ın dışında bir dini inancın tanıtımını yapmaya, tebliğde bulunmaya gelince laiki İslamcısı hep bir ağızdan misyoner faaliyeti, bölücülük diye huzursuzlanmaya başlar. Sünni İslam da resmen sadece devlet denetim ve gözetiminde öğretilebilir. Yeni Ceza Kanunu'nda son anda yapılan değişikliklerin işaret ettiği gibi, izinsiz eğitim faaliyetinde bulunanlara, ki burada tartışma din eğitimiyle sınırlıdır, ne ceza verileceği neredeyse bir rejim sorunudur. Bu ülkede irtica tehlikesi üzerinden siyaset yapan gelenek, anayasaya zorunlu din dersini kendisi koyar. Başı sıkışınca
Türk-İslam sentezi girişimlerinden medet umar.

Bu laik ülke şimdi Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi derslerini ortaeğitimde haftada iki saate çıkarmaya hazırlanıyor. Daha önce Talim ve Terbiye Kurulu'nun aldığı müfredat reformu kararı çerçevesinde, Din Eğitimi Genel Müdürlüğü, lise 9. sınıftan itibaren bu derslerin haftalık program çizelgesini hazırladı. Müslümanlık dışındaki dinlerin varlığından haberdar olunması için bu dinlerle ilgili bilgiden bir tutam, Aleviliğin bir tasavvuf geleneği olarak tanıtılmasından kaşık ucuyla müfredat kazanına atılırken, Sünni İslam öğreti ve pratiğinden büyük kepçelerle boca ediliyor. Anlaşılan İmam-hatip okullarının eski konumlarına kavuşmasının mümkün olmadığı tesbitinden hareket ederek, bu kez laik eğitim sisteminin içinde dinin varlığını güçlendirmeye karar kılınmış.

Haftada iki saat ve zorunlu olmak üzere, ilköğretimde iki yıl, ortaöğretimde dört yıl devam eden ve tüm eğitim kurumlarını kapsayan bir dini pratik eğitimini laiklikle bağdaştıranların, üniversite kapısında türbanlı kız görünce ifrit olmalarını anlamak kolay değil. Ya da laikçi cephe, ortaeğitimde derste Kur'an okunurken, namazın kılınışı ile ilgili sunum yaparken kızların başlarının açık olması savaşı vermeye hazırlanıyor. Önümüzdeki dönemde sadece üniversitelerde değil, ortaeğitimde de kız çocuklarını bu iktidar mücadelesinin tarafları esir alacaklar demektir.

Türkiye'nin yüzde 99'u Müslüman olan bir ülke olduğu için bütün bu çelişkiler doğal mı? Devlet hem bir dini inanç ve pratiği öğretmek hem de onu yakından denetlemek ve ehlileştirmek misyonunu birlikte götürmek ve bu yolla milli birlik ve beraberliğin harcını sağlam tutmaya çalışmak zorunda mı? Galiba hem anayasa hükmü olarak yer almasının dünyada ender örneklerden biri olduğu, hem de yarım yamalak laik olmaktan öteye geçemeyen bu laiklikliğin iç çelişkilerinin kaynağında tarihin bir cilvesi var.

Yahya Tezel, "Tanzimat Sonrası İmparatorluk ve Cumhuriyet Türkiyesi'nde Muhafazakârlık Sorunsalı" başlıklı yazısında ('Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce' dizisinin "Muhafazakârlık" cildi), laiklik ihtiyacının, "Cumhuriyet öncesi Türkiyesi'ndeki zorlayıcı toplumsal gerçekliğe oturduğunu" belirtir. Toplam nüfusun yüzde 20'sinin Hıristiyan olduğu bir ülke gerçeğinde, eşitliğe ve ortaklığa dayandırılabilecek tek seçenektir bu. Sadece bir elitin fantezisi değil, o dönemin Türkiyesi'nde zorlayıcı bir toplumsal gerçekliktir. Ne var ki laiklik yürürlüğe girdiğinde onu empoze eden toplumsal gerçeklik ortadan kaybolmuş, nüfusunun neredeyse tamamı Müslüman olan bir toplum ortaya çıkmıştı. Kalan Müslüman olmayan küsuratın büyük bölümünün de sonradan yaşadıkları toprakları, anavatanlarını terk etmeleri veya ettirilmelerinin sonucunda, nüfusun yüzde 99'unun Müslüman olduğunun iftiharla vurgulandığı bir Müslüman toplum haline gelindi. Tezel, böyle bir toplumda Müslümanlığa referans yapmayı aşan bir kamusal/hukuki alanın gerekçesini seçmene anlatmakta bir hayli zorlanılmasına dikkat çekiyor. "Bugünün Türkiyesi'nde laikliğin, l. Dünya Savaşı öncesi Türkiyesi'ndeki kadar güçlü olgusal gerçeklik temellerine dayandırılamadığına" işaret ediyor.

Laiklik ilkesi, Türkiye toplumunu oluşturan farklılıkların birlikteliğinin olmazsa olmaz harcı olarak değil, devletin kurucu zümresinin kendisine en yakın ve güçlü siyasal rakip olarak gördüğü İslami zümreyi etkisiz bırakma girişiminin bir aracı olarak hayat buldu. Bu nedenle de laiklik, devletin dini alanı örgütlemesi, düzenlemesi ve denetlemesi, resmi din hizmeti ve eğitimi anlayışını yerleştirmesi gibi bir uygulamaya yol açtı. Devletin kurucu zümresi etrafında kenetlenen toplumsal blokun karşısında yer alanlar da, tam da bu uygulamalar toplumun yüzde 99'unun taleplerini karşıladığı için, İslam'ın kamusal/hukuksal alanda varlığının demokratik bir talebi yansıttığını iddia ettiler. Devlet dışında elde edemedikleri dini pratik özerkliğini, bu kez resmi din alanını genişleterek telafi etmeye ve seçmenle ilişkilerinde bunu kullanmaya özen gösterdiler.

Devletin güvenliği için, etnik ve dini olarak homojen bir toplum yaratma sevdasının öngörülebilir bir sonucu, bu homojenliğin yegane mümkün ortak payda olan dini aidiyete indirgenmesiydi. Bugün laikliğin, zorunlu din eğitiminde olduğu gibi iyice sulandırıldığı ama diğer yanda başörtüsü savaşlarının verilmeye devam edildiği bir çelişkiler yumağı içinde boğulmasının nedenlerini sadece son 10 veya 30 yılın gelişmeleriyle açıklamak mümkün değil. Son kırıntılarını da tasfiye ederek bütünüyle huzura kavuşacağımıza inandığımız dini azınlıkların, nüfusun yüzde biri değil de örneğin yüzde 15'ini oluşturduğu bir Türkiye'de, bu haliyle zorunlu din eğitimi, bugünkü haliyle Diyanet İşleri Başkanlığı ve benzeri kendine özgü "laik" kurum ve pratikler var olabilir miydi?

Bu homojen toplum sevdasından son tahlilde hangi siyasal akımların yararlandığını gördük. Günümüz Türkiyesi'nin bu kültürel gerçekliğinin mimarlarının izinden gidenler, laikliğin içinden çıktığı o farklı geçmişimizi toplumsal hafızadan bütünüyle kazımaya özen gösteriyorlar. Sonra da laiklik elden gidiyor diye haykırıyorlar. Laikliğin, aynı zamanda etnik, dini ve kültürel alanda homojen olmayan, bu konularda farklılıkların olmasının meşru olduğu bir toplumda toplumsal gerçekliğe tekabül ettiğine ikna olsalar, korkarım o zaman en gürültülü laiklik aleyhtarları laiklik elden gidiyor diyenler içinden çıkacak.

kaynak maynak

Düzgün Din Dersi - 19.08.2007

Ahmet İnsel

19.08.2007 - RADİKAL II


Sorun, din derslerinin zorunlu olup olmamasını aşıyor. Sorun, din ve vicdan özgürlüğünün teminat altına alındığı iddia edilirken, Sünni İslam'ın fiilen resmî devlet dini haline getirilmesinde yatıyor.


1982 Anayasası'nda yer alan, "Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır" hükmünün değiştirilmesi veya kaldırılması tartışması başladı. Bu da, yürürlükteki uygulama hakkındaki gerçeklerin bir kez daha çarpıtılmasına yeniden vesile oldu. Çarpıtmayı özetleyelim: "Bu dersler, öğretmen, içerik ve haftalık ders saati açısından 'din dersi' özelliğine sahip değildir." Bu iddiayı desteklemek için genellikle iki kanıt öne sürülüyor:


1) Müfredatın ve ders kitaplarının düzenleniş şekli, dini öğretmek ve bazı konularda din eğitimi vermek amacından uzaktır. Daha çok vatandaşlık bilgileri, genel ahlak kuralları ve sosyal konuları içeriyor.


2) Bu ders haftada sadece iki saat verilebiliyor. Bu dar sürede değil din eğitimi vermek, din hakkında ansiklopedik bilgi aktarımı bile mümkün değildir. Bu iki iddianın da gerçeği yansıtmadığının kanıtlarını biraz ileride ele alacağız (ayrıca bu konuda bkz. 17.4.2005 ve 5.6.2005 tarihli Radikal İki'lerdeki yazılarım). Önce Türkiye'de Cumhuriyet tarihi içinde ilk ve orta eğitimde din dersinin statüsünde yaşanan değişiklikleri hatırlayalım.


Zorunlu seçmeli


Din dersleri, 1924'te Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun yürürlüğe girmesinin ardından, "Kuran'ı Kerim ve Din Dersleri" adı altında ilkokulun 2. ve 3. sınıflarında haftada iki saat, 4. ve 5. sınıflarda bir saat, ortaokulun ilk iki yılında ise "Din Bilgisi" adı altında haftada bir saat okutulmaya başlandı. 1927'de din dersine katılma, öğrenci velilerinin onayına bağlandı. 1931'de ortaokullardan, 1935'te ilkokullardan din dersi kaldırıldı. 1948'de, ilkokulların son iki sınıfına, isteğe bağlı olarak ve program dışı "Din Bilgisi" dersi yeniden konuldu. Demokrat Parti hükümeti, 1950'de bu dersi program içine aldı. O zamana kadar velinin istek dilekçesiyle verilen dersi, bütün öğrencilere verilir hale getirildi. Çocuklarının din dersi okumasını istemeyenler, dilekçe vererek bu dersten muafiyet elde edebiliyorlardı. "Zorunlu ama seçmeli" uygulaması böylece başladı. 1956'da, bugünkü 6. ve 7. sınıflara seçmeli din dersi kondu. 1967'de bu dersler lise 1. ve 2. sınıf programında da yer almaya başladı. Ardından 1982 Anayasası'yla, din ve ahlak bilgisi dersleri ilk ve ortaöğretimde zorunlu ders mertebesine yükseldi. Ahlak bilgisi dersiyle din dersi birleştirildi. İlköğretimde 4. sınıftan başlayarak 8. sınıfa kadar haftada iki saat, liselerin bütün sınıflarında ise haftada birer saatlik zorunlu ders olarak okutulmaya başlandı. İki yıl önce MEB, liselerde de bunun haftada iki saate çıkarılmasına teşebbüs etti. Yanılmıyorsam, hayata geçiremedi.


Geçtiğimiz yıllarda, Süryani bir ailenin çocuğunun bu dersten muaf tutulması için açtığı davayı karara bağlayan Danıştay, Müslüman olmayan ailelerin çocuklarının zorunlu din dersine tabi olmayacağına karar verdi. Bunun için, çocuğun din hanesinde İslam'dan başka bir din yazıyor olması veya bu hanenin boş olması kuralı uygulanmaya başlandı. Buna karşılık, Alevi bir aile, iç hukuk yolları tükendiği için, 2004'de aynı konuda AİHM'de dava açtı ve davayı 2006'da kazandı. Kararda zorunlu din derslerinin AİH Sözleşmesi'nin 9. maddesine aykırı olduğu belirtiliyordu ama herhangi bir dinsel doktrinin eğitim müfredatında yer alamayacağı iddia edilmiyordu. Karar, "farklı inançların kendi dinlerini öğrenme hakkının ortadan kalkması"na vurgu yapıyordu. Önümüzdeki günlerde zorunlu din dersleri konusunda AİHM nezdinde yapılan başka müracaatların da karara bağlanması bekleniyor. Diyanet İşleri Başkanı, bu konuda şimdiden önlemini aldı: "İki gün sonra AİHM Atatürk ilke ve inkılapları dersini de insan haklarına aykırı görebilir. Tek bir tarih okutun diyebilirler. Ne zamana kadar insan hakları deyince akan suları durduracağız?" İki dersin aynı düzlemde ve birbirini destekler biçimde savunma hattına yerleştirilmesi, sizce anlamlı değil mi?


İlahiyatçı öğretmenler


YÖK'ün aldığı kararı takiben, 1998'de 11 ilahiyat fakültesinde ilköğretim din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenliği bölümleri açıldı. İlköğretim okullarında Anayasa'nın öngördüğü zorunlu derslerin bu bölümlerden mezun kişiler tarafından okutulmasına başlandı. Bugün 13 bin civarında "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi" öğretmen kadrosu var. Bazı çevrelere göre 30 binin üzerinde branş öğretmeni açığı olduğu iddia ediliyor. Görüldüğü gibi, yeterli kadro oldukça, öğretmenlerinin sadece İlahiyat Fakültesi bünyesinden yetiştiği bir eğitim bu. Nasıl Milli Güvenlik dersini subaylar yapıyorsa, zorunlu "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi" dersini de ilahiyatçıların yapmasından daha doğal ne olabilir laik ve dahi demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nde?


Gelelim müfredata. 2517 sayılı Tebliğler Dergisi, söz konusu dersin bireysel, toplumsal, ahlaki, kültürel ve evrensel açılardan amaçlarını özetlerken, müfredatın aşağı yukarı yarısını genel ahlak konularına ve biraz da dinlerle ilgili genel bilgilere ayırıyor. Diğer yarısını ise özetle, İslam'ın iman, ibadet ve ahlak esaslarını tanıyabilmeleri ve öğrenebilmelerine. Buna karşılık, söz konusu derslerin kitaplarına, derslerin planlarına, işlenen konuların detaylarına, sınavlarda sorulan sorulara bakıldığında ise, dersin çoğunlukla Sünni İslam şeraitinin öğretilmesine ayrıldığını görüyoruz. Çoğunlukla kelimesi önemli. Bazı okullarda bu dersin programlarına, sınav sorularına bakıldığında genel bir din ve ahlak bilgisi dersinin yapıldığını da görebiliyoruz. Ama büyük çoğunluk, sekiz yıla yayılan bu zorunlu dersi, esas olarak Sünni İslam'ın ilkelerini ve ibadet kurallarını öğretmeye hasrediyor. Bu konuda çok somut örnekleri gerekirse bir başka yazıda sunabilirim.


Bu programlarda elbette "Kutsal kitapları tanıyalım" veya "Budizm, Hinduizm", "Günümüzde yaşayan büyük dinleri tanıyalım" gibi genellikle bir iki haftayı geçmeyen konular da var. Ailenin öneminin yanında, "meleklere iman, imanın şartlarındandır" bilgisi de öğretiliyor. Sınav soruları da genellikle yukarıdaki müfredata denk düşüyor. Bu müferadata rağmen, bugün bazı Müslüman kanaat önderleri, "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri, Aleviler için ne ise Sünniler için de odur. Yani ikisi için de din dersi değildir. Çocuğunu İslam ile ilgili konularda bilgili ve dindar yetiştirmek isteyen aileler için bu dersin -bu haliyle- çok fazla değeri yoktur" iddiasında bulunuyorlar. Bu iddia sahiplerine göre, İslam dini eğer tüm okullarda gerçek şekilde öğretilecekse bunun için, seçmeli de olsa, Kuran dersi ve hadis, siyer, akaid gibi eğitim boyutu güçlü diğer dersler de okutulmalıdır. Aksi takdirde buna "din dersi" demenin bir anlamı olmaz.


Dışişleri Bakanı Gül, 2006 yazında, AİHM kararı tartışılırken, zorunlu din dersi konusunda, "Benim fikrim, hiçbir şeyin zorunlu olmamasıdır. Ama benim çocuğum da din bilgilerini düzgün bir şekilde öğrensin diyen ailelerin çocuklarına okullarda en düzgün şekilde öğretilmelidir ki, ortaya düzgün bir şey çıksın" değerlendirmesini yapmıştı. Bu değerlendirmeden hareketle, zorunlu din dersi uygulamasının kaldırılmasının, okullarda seçmeli bir "doğru düzgün din dersi" uygulamasına geçme kapısını açabileceği düşünülebilir. Bunu Kur'an kurslarının camilerden okullara aktarılması olarak tanımlamak da mümkün. Ama bu konuda hemen Gül'ü taşlamayalım. Türkiye'de laik Cumhuriyet Anayasası, din ve ahlak eğitim ve öğretiminin devletin gözetim ve denetimi altında olmasını zorunlu kılıyor. Bu durumda, devletin denetim ve gözetimi altında din eğitimi verilir gibi laikliğe bütünüyle aykırı veya bizimki gibi kendine özgü laikliğe yaraşır bir ilkenin, en sonunda Kur'an kurslarının okullara taşınmasına karşı da diyecek bir sözü kalmıyor.


Görüldüğü gibi, sorun din derslerinin zorunlu olup olmamasını aşıyor; sorun, din ve vicdan özgürlüğünün teminat altına alındığı iddia edilirken, Sünni İslam'ın fiilen resmî devlet dini haline getirilmesinde yatıyor. İşte burada, görünüşteki büyük tepişmeye zıt düşen, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın konumunu da içeren çok güçlü bir zımni ittifak kendini gösteriyor. Önümüzdeki anayasa değişikliği tartışmaları, muhafazakâr ve otoriter cumhuriyetçilerin devlet gücünü elinde tutarak toplum üzerinde hegemonya oluşturma merkezli reflekslerinin birbirine nasıl benzediğini bir kez daha görmemizi sağlayacak. İleride bu iki tarafın anlaşıp birleştiğini görürsek, şaşırmayacağız.

Perşembe, Ekim 16, 2008

Nobel Ekonomi Ödülü

2008 yılından ödülün ilk olarak verildiği 1969 yılına doğru Nobel Ekonomi Ödülü’nün kazananların listesi şöyle:

2008 - Paul Krugman
2007 - Leonid Hurwicz, Eric S. Maskin, Roger B. Myerson
2006 - Edmund S. Phelps
2005 - Robert J. Aumann, Thomas C. Schelling
2004 - Finn E. Kydland, Edward C. Prescott
2003 - Robert F. Engle III,Clive W.J. Granger
2002 - Daniel Kahneman, Vernon L. Smith
2001 - George A. Akerlof, A. Michael Spence, Joseph E. Stiglitz
2000 - James J. Heckman, Daniel L. McFadden
1999 - Robert A. Mundell
1998 - Amartya Sen
1997 - Robert C. Merton, Myron S. Scholes
1996 - James A. Mirrlees, William Vickrey
1995 - Robert E. Lucas Jr.
1994 - John C. Harsanyi, John F. Nash Jr., Reinhard Selten
1993 - Robert W. Fogel, Douglass C. North
1992 - Gary S. Becker
1991 - Ronald H. Coase
1990 - Harry M. Markowitz, Merton H. Miller, William F. Sharpe
1989 - Trygve Haavelmo
1988 - Maurice Allais
1987 - Robert M. Solow
1986 - James M. Buchanan Jr.
1985 - Franco Modigliani
1984 - Richard Stone
1983 - Gerard Debreu
1982 - George J. Stigler
1981 - James Tobin
1980 - Lawrence R. Klein
1979 - Theodore W. Schultz, Sir Arthur Lewis
1978 - Herbert A. Simon
1977 - Bertil Ohlin, James E. Meade
1976 - Milton Friedman
1975 - Leonid Vitaliyevich Kantorovich, Tjalling C. Koopmans
1974 - Gunnar Myrdal, Friedrich August von Hayek
1973 - Wassily Leontief
1972 - John R. Hicks, Kenneth J. Arrow
1971 - Simon Kuznets
1970 - Paul A. Samuelson
1969 - Ragnar Frisch, Jan Tinbergen

Salı, Ekim 14, 2008

Arrogant

-
I never met a more arrogant and rude young man like you

götü kalkık, tempra manasında.

-

Austerity

-
Many countries experienced a time of gret austerity after the war.
-

Pazartesi, Ekim 06, 2008

Bir Devrin Bitişi

.




bir şey var mıydı?
sen başladığında henüz cumhuriyet kendi kendini yönetmek değildi be çavuş!

sen o hep boyunca gelen gün, boyunca tevye, boyunca mugallit!
ey gülen gözlerini sevdiğim pirim. gülmemezlik etme bizi sevindir. biz bir dünya olan senin devrin. sen benim en sevdiğimin sebebi, ötesine söz atsam düşer mi, daha ne desem ne yiyip ne içsem bu tadın üstüne.

son, üzülmek için iyi bir başlangıç mıdır, yoksa çok mu geçtir her şeyin tekrar edildiği o deftere ve bu, yapmayıp, yapacağım diyip diyip yapmayış mı öldürüyor kalbin heyecanını.

bir şey vardıysa o gitti.
çok mu büyük lokman getti. üstümüze üflenince titredik ama sönmedik. ne anlatıyorum ben.
bu dünyadan iyi geçtin memet ali.
öte mahlede senden iycesi varsa adaşındır, başkası değil.



.