üzüldüm. bir taş düştü gökten yere, başıma isabet etseydi keşke. nâmümkün, deye ünledi anneciğim. benim bir annem var, ve benim olmasıyla gurur duyduğum biricik can. annesi olan bir insanın nesi yoktur ki, kaybedilmiş bir olanaktan başka. senin gözlerin benziyor benimkilere ve evlerimizin damları bak aynı mimarî ayrıntıda. gülerken beraberdik ya kim kaldı ağlamakta. esir düşen hep ben miyim urus atlılarına. bu kurşundur delip geçen göğnümü, sılanın hasreti derler firenkeyştaynda, sıcak denizler der uruslar da. göğnümün acısını tasvir etsem, çölde uçan deveye benzetsem, boşperestler okuyup tahlil etseler beni, benim kan gurubum ne, annem nerde, ve öldü mü. nerde yazdım bu çölü, masada mı, yerde mi, yatakta mı. üşüyor muydum. bu sızlayan kalbim miydi, ne dinliyordum. kendi ölüsünü, kendi yıkayan adamı bildim ve bağlandım ona. o beni hiç sormuyor oysa, annem de burda değil bakın şu işe, buna rağmen sormuyor ve bir meraba bile demiyor.
birinin bırakıp gitme ihtimali önceleri ciddi değildir. ve o seviyede birisi kesinlikle acısız gidebilir beyinden çün morfin saatidir gündönümüne. ama o gitmez. kafasına sıkıp gitmez. bekler, git dersin, gitmesem mi der, umut büyür, fakirin ekmeği, gramajı düşük artık, çiklet üretiyoruz, gitme derim, oysa listelerde yeni hiçbir şey yok, yok ya gideyim der, e git dersin, ama öyle acısız olmayacak artık, peşinden giddersin, neden atlantik olmasın, niçin kızıldeniz olmasın Ali’nin yitirdiği kılıcı. kalbin acıyor ama midenin sancısı ne, ellerin neden buz tuttu güzel oğlum benim, niye dönüyor başın, bu kadar da kominist malı olunmaz ki kara gözlüm, sen gelsene anne, ben seni öpüp koklayayım, beni omzunda uyut, sırtından göreyim tüm beşeri. düştüğüm gün orda olma. elimi sobaya vuracağım, çünkü soba seni yaktı, görür o. artık bende merdivenleri bisikletle inmeyi denesem iyi olacak, ama anne sen de gel, yoksa o sandalyeler bir bir eğilecek. hem de demirler. açmıyorum lan elimi, istirham ederim ısrar eyleme bu mazlum hüsne. ben size dememiş miydim. manyak mıyım ben. annem bana polis seti almış, kelepçesi, silahı, düdüğü, rozeti, beşyüzbinliraymış gitmiş almış, hani benim doğumgünüm ya. sagolsun işte bulup buluşturup. ben tetiği çektikçe, o “tıııırrrr” diyor, aa benim hiç uzaktan kumandalı arabam da olmadı. sonra silahımı kardeşim bir balkon kahvaltısında aşağı atıverdi, ikinci kattaydık, bahçelievlerde. bir tokat patlattım ben bunun kafaya. zırladı. koştur koştur aşağı indim, bastım tetiğe, “tıııırrr” yok. eşek dedim ben ona. aman ne büyük günah. sonra tetiğe bastıkça ağzımla “dıkşın dıkşın dıkşın” yapmaya başladım, evet trio. ama sessiz-sedasız bir veled olduğumdan pek duyulmuyordu mermi sesi. sonra bi yerden duyup, lazer tabancası olduğunu da iddia etmişliğim var. ah annem, sen lazer’i se’ ile yazarsın ingiliz gibi. sen olmasaydın ben nasıl böyle kara kaşlı. bir romörk samana satılan, firkat sancısı. henüz o küçük değil mi, güzelim dünya. seni çok özledim. bir ses varsa o acıdır ve uzun kış karanlıkları hep bir kavgaya gebedir. ev uzadıkça uzar, ne yapsan gelmez uyku vakti.
şimdi ne kadar uzağım o acı yıllara. o sabun kokusu anneciğim, o gönül ışığı, o şahucihan. neçün evrilebilir başka bir adaya. tüm varımla ve tüm yoğumla hamur açacağım günler gelsin istiyorum ben, beyazlar içinde yer sofrasında. yürü eşşeksıpası etrafı kirletti hep, öyle deme bazı krallar uğraşırlarmış matbuatla. a ablası bu oğlum pek bir güzel, pek bir uslu. usanmaz arlanmaz bir allah, ben akacak mecra bulamıyorum pek muhterem teyze. annemden binküsür kilometre uzaktayım ve aramızda saymayı akıl edemeyeceğimiz kadar çok duvar var. ne yapsam da geri dönebilsem o bağlama sesine. toparlak, ne vakt bir kek ismi olacak. yazın çok sıcak, kışın çok soğuk allahım bir de çişim geliyor. ne yapsam olmayacak biliyorum, ne yapsam olmuyor. annemi nerde bulacağım bu kaçıncı sualim cevap versene. yoksa bak kendi elinle yetiştirdiğin bu evladını atıverceksin norveçli balıkçıların bakımlı ellerine. anne. annem. nerede. eeeey doğmamış ve doğurulmamış sana diyorum be, dinlesene.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder