Cuma, Şubat 22, 2008

Gözleyi Gözleyi Gözüm Dört Oldu

-

gözleyi gözleyi gözüm dört oldu
ali'm ne yatarsın günlerin geldi
korular kalmadı kara yurt oldu
ali'm ne yatarsın günlerin geldi

kızılırmak gibi bendinden boşan
hama'dan mardin'den sıvas'a döşen
düldül eyerlendi zülfikar kuşan
ali'm ne yatarsın günlerin geldi

mümin olan bir nihana çekilsin
münafık başına taşlar dökülsün
sancağımız kazova'ya dikilsin
ali'm ne yatarsın günlerin geldi

pir sultan abdal'ım bu sözüm haktır
vallahi sözümün hatası yoktur
şimdiki sofunun yezid'i çoktur
ali'm ne yatarsın günlerin geldi

-

Hilmi Dede


Dost cemâlin görmeğe, Her bir âzam göz oldu
Pâyine yüz sürmeğe, İçim dışım yüz oldu

Cûş etti can aşk ile, Doldu gönlüm zevk ile
Buldum yâri şevk ile, Geceler gündüz oldu

Dost iline varmağa, Varup yâri görmeğe
Kalmadı dere tepe, Dört yanım dümdüz oldu

Dağ u sahrâ serteser, giydi yeşil câmeler
Rindane iyd-i ekber, Çün bu gün nevrûz oldu

Her eşyâ bir harf olmuş, Hem mazruf hem zarf olmuş
Aceb ilm-i sarf olmuş, Bir nokta bin söz oldu

Kalmadı gayri ağyâr, Yar ile doldu diyâr
Ref' oluben bir ü târ, Her taraf efrüz oldu

Hilmiyâ bâzâra gel, Nakd-i cânın ver evvel
Gevher-i aşk ezel, Sanma kim ucuz oldu



Çarşamba, Şubat 20, 2008

Üzüldüm

üzüldüm. bir taş düştü gökten yere, başıma isabet etseydi keşke. nâmümkün, deye ünledi anneciğim. benim bir annem var, ve benim olmasıyla gurur duyduğum biricik can. annesi olan bir insanın nesi yoktur ki, kaybedilmiş bir olanaktan başka. senin gözlerin benziyor benimkilere ve evlerimizin damları bak aynı mimarî ayrıntıda. gülerken beraberdik ya kim kaldı ağlamakta. esir düşen hep ben miyim urus atlılarına. bu kurşundur delip geçen göğnümü, sılanın hasreti derler firenkeyştaynda, sıcak denizler der uruslar da. göğnümün acısını tasvir etsem, çölde uçan deveye benzetsem, boşperestler okuyup tahlil etseler beni, benim kan gurubum ne, annem nerde, ve öldü mü. nerde yazdım bu çölü, masada mı, yerde mi, yatakta mı. üşüyor muydum. bu sızlayan kalbim miydi, ne dinliyordum. kendi ölüsünü, kendi yıkayan adamı bildim ve bağlandım ona. o beni hiç sormuyor oysa, annem de burda değil bakın şu işe, buna rağmen sormuyor ve bir meraba bile demiyor.

birinin bırakıp gitme ihtimali önceleri ciddi değildir. ve o seviyede birisi kesinlikle acısız gidebilir beyinden çün morfin saatidir gündönümüne. ama o gitmez. kafasına sıkıp gitmez. bekler, git dersin, gitmesem mi der, umut büyür, fakirin ekmeği, gramajı düşük artık, çiklet üretiyoruz, gitme derim, oysa listelerde yeni hiçbir şey yok, yok ya gideyim der, e git dersin, ama öyle acısız olmayacak artık, peşinden giddersin, neden atlantik olmasın, niçin kızıldeniz olmasın Ali’nin yitirdiği kılıcı. kalbin acıyor ama midenin sancısı ne, ellerin neden buz tuttu güzel oğlum benim, niye dönüyor başın, bu kadar da kominist malı olunmaz ki kara gözlüm, sen gelsene anne, ben seni öpüp koklayayım, beni omzunda uyut, sırtından göreyim tüm beşeri. düştüğüm gün orda olma. elimi sobaya vuracağım, çünkü soba seni yaktı, görür o. artık bende merdivenleri bisikletle inmeyi denesem iyi olacak, ama anne sen de gel, yoksa o sandalyeler bir bir eğilecek. hem de demirler. açmıyorum lan elimi, istirham ederim ısrar eyleme bu mazlum hüsne. ben size dememiş miydim. manyak mıyım ben. annem bana polis seti almış, kelepçesi, silahı, düdüğü, rozeti, beşyüzbinliraymış gitmiş almış, hani benim doğumgünüm ya. sagolsun işte bulup buluşturup. ben tetiği çektikçe, o “tıııırrrr” diyor, aa benim hiç uzaktan kumandalı arabam da olmadı. sonra silahımı kardeşim bir balkon kahvaltısında aşağı atıverdi, ikinci kattaydık, bahçelievlerde. bir tokat patlattım ben bunun kafaya. zırladı. koştur koştur aşağı indim, bastım tetiğe, “tıııırrr” yok. eşek dedim ben ona. aman ne büyük günah. sonra tetiğe bastıkça ağzımla “dıkşın dıkşın dıkşın” yapmaya başladım, evet trio. ama sessiz-sedasız bir veled olduğumdan pek duyulmuyordu mermi sesi. sonra bi yerden duyup, lazer tabancası olduğunu da iddia etmişliğim var. ah annem, sen lazer’i se’ ile yazarsın ingiliz gibi. sen olmasaydın ben nasıl böyle kara kaşlı. bir romörk samana satılan, firkat sancısı. henüz o küçük değil mi, güzelim dünya. seni çok özledim. bir ses varsa o acıdır ve uzun kış karanlıkları hep bir kavgaya gebedir. ev uzadıkça uzar, ne yapsan gelmez uyku vakti.

şimdi ne kadar uzağım o acı yıllara. o sabun kokusu anneciğim, o gönül ışığı, o şahucihan. neçün evrilebilir başka bir adaya. tüm varımla ve tüm yoğumla hamur açacağım günler gelsin istiyorum ben, beyazlar içinde yer sofrasında. yürü eşşeksıpası etrafı kirletti hep, öyle deme bazı krallar uğraşırlarmış matbuatla. a ablası bu oğlum pek bir güzel, pek bir uslu. usanmaz arlanmaz bir allah, ben akacak mecra bulamıyorum pek muhterem teyze. annemden binküsür kilometre uzaktayım ve aramızda saymayı akıl edemeyeceğimiz kadar çok duvar var. ne yapsam da geri dönebilsem o bağlama sesine. toparlak, ne vakt bir kek ismi olacak. yazın çok sıcak, kışın çok soğuk allahım bir de çişim geliyor. ne yapsam olmayacak biliyorum, ne yapsam olmuyor. annemi nerde bulacağım bu kaçıncı sualim cevap versene. yoksa bak kendi elinle yetiştirdiğin bu evladını atıverceksin norveçli balıkçıların bakımlı ellerine. anne. annem. nerede. eeeey doğmamış ve doğurulmamış sana diyorum be, dinlesene.

uy


uyandım. kalkıp kalkmamayı düşündüm. kalkmaya karar verince, ne zaman? belirdi. kahvaltı yapmalı mıyım? bizi kimse anlamayacak mı civanım tanrı? ekmeği kaşarlayıp ısıtıyorum. ne güzel kuru kuru. hemen koşturmalıyım ki servise bineyim. koşturuyorum. asansör günümün en koşturmadığım anları. ayakaplarını bağla ey oğul. servise binmek neresinden bakarsan bir sınıf mücadelesi ve diyalektik materyalizm buna izin veriyor. ne mutlu diyalektik materyalizme. yolcumu uğurluyorum, şehirlerarası otobüs terminali hep sütten kesilen bir bebeyi hatırlatır bana, onun o buruşturduğu ve ağlamaya yüz tutmuş yüzü. ah kırmızı suratıyla bir bebeyi ne susturabilir. gelirken yollar kardı ve ben kayıp düşer miyim diye düşündüm. düşsem, arkamdan, “yaşasaydı zort olacaktı” diye manşet atacaklar mıydı? annem ne olacak. kaydım ama düşmedim. büyüyünce, kendime “gençliğini nasıl da güzel becerdin kovboy, senin kafana sıçayım, nasıl?” diyeceğim. bu aralar herkes vaktimi ne için harcadığımı soruyor, evvelden tek tanrı sorardı ders kitaplarında. demek ki düşük maaşta insan tanrıcılaşıyormuş. tam on yedi dakika sonra dersim başlayacak, dersim dediysem, benim değil ve kan içinde de değil. ben siyasi filolog olmak için mücadele veriyorum ve bu mukavemet düşüm gerçekleşecek elbet. on altı dakika sonraki ders ise, sayılarla uğraşan bir bilim dalı. bana ne. “çay içelim mi?”, bu jonathan, yirmi iki yaşında ve şimdi sayalım desek herkesin üşenip saymayacağı kadar gün yaşamış ama hala ne yapmak istediğini bilmiyor. tamam çay içmek istiyor. ama çay içerken çok endişeli olacak çünkü ne yapacağını bilmiyor. çay içtik. derse çıkıyoruz, dersi derste öğrenmek, deveyi dizde düzmek ve şiiri düzde kuşatmak birbirleri ardısıra yol alan ortaçağın büyük kervanlarındandır. ama şimdi nerde öldüler? dersten çıktık. alnımı taşlara vurmalıyım. sultan mehmed’i çok düşündüm, çünkü hep ağlamaklı bir asker gibi görünüyor gözüme, keşke bir macar köylüsü olsaydı toprakları savaş alanına dönen. benim hekimbaşılarımı köprüden sallandıranlar pek zevksiz tellallarmış. bir binanın yanması daima münferit vakadır. öğlen oldu çünkü karnım acıktı. çorba içeyim diyorum çünkü o ağzında pide varken konuşan yeniçeri yiyecekleri pek bir hamursu. ziyade olsun. yaylan babalık dersin var, beynelminel iktisat ne ferahlatıcı bir mevzû, hele hocası nam-ı diğer; Hacivat.