Pazartesi, Aralık 22, 2008

Elif Be Te Se


Eliyle durduğu yeri gösterdi.

Kaçtım. Yapma dediklerini bir bir yaptım. Karnımda ağrı, omuzlarım da yük ne buldumsa yaptım türlü hıçkırık yaratan. Sonra soğuttum tüm şehri ve yağmuru yağdırdım ıslansız diye evsizler. Yağmurda yürüdüm, yürüdüm ki görsün herkes ben nasıl bir güneşlik sahibiyim. Ağlattıklarım, ağlatanlarım. İçimi doldurmak isteyip, istemekle kaldığım günlere inat. İç ısınırsın edebiyatı. Ben seninle bir anlaşmanın tarafıydım ama görüyorsun ya topu attım. Başka mahallerde türlü çeşit insan. Haydi koş. Sen bana ait değilsin. Davudun sesi.


Uzağa. Hep istediğim bir kış günü. Alabildiğine soğuk. Üşümüyorum ve gururluyum onunla. İş güç peşinde değilim. Dilencilerden mutlu oluyorum kafam öyle iyi. Uçan balon olmak düşledim bu havaya ama üşüyüp vazgeçtim. Uzaklardan keman sesi mi geldi yoksa ben mi çok teşneyim. Kapılardan sesli geçtim. Adımı büyük ünledim. Gözüm kapalı değildi, yalan! İsteyerek ve bilerek seçtim. Ederi neyse ödedim. Büyük laflar etmeye hiç hazır değildim. Şimdi sadece çayın kokusu. Ah bu kalabalığın sesi. Masaların sesi.


Hep. Çember daralmakta. Başkasının düşleri bizim değildir. Benim hiç değil. Kendimizi kandırmayalım. Annelerimizi hep. Limonata ısmarlayıp yüklüce bir paraya. Yazık. Sıcak bir günde limonatanın yarattığı susuzluğu bilmeyen tanrıya. Şapkaların altından kızlar çıkıyor. Uzun gözlü ve uzak. Ağlayınca daha çekik iki göz. Başarılı bir kaçış nasıl olur. Yazılanları okudum. Bazı diller biliyorum. Uçurtma. Çıta gibi bir avarelik. Kuyruğu jiletli. Banyolar sessiz. Onlar ağlamak için var. Suyun sesi.


Ama. Yine mi yalnızlık geyiği. Sen; bir takım ruslar, oğuz, metin, oldu olacak cevad da gelsin. Yanlış dizildik. Tahtayı enine koymuşuz. Harabe devraldık. Bildiğin pullu filan. Geçmişe özlem olmasın dedi annem. Merak buyurma hanım senin üstüne yaptırdık. Oğlan her renğe boyandı. Olmuyor kani. Du bakalım allah büyük. Dünün üstüne günü çakıp duruyor. Bırakmayacaksın ki yazayım değil mi. Bıkmadın. Duvarında türkiye siyasi haritası olan bir ev. Karın ağrıları. Ellerin buz tutması. Gözün kör olması. Süregiden bir şey yağmur olamaz. Acının gittikçe toklaşan sesi.


Buradayım. Değer verdiğiniz hayallerin peşinde. Becerememek sancısı. Elimden geleni yapamamanın verdiği eziklikle. Bazıları sadece başarılı olurlarsa vardırlar. Midemin kararması bitmiyor. Alnım düşüyor. Bir düzen tutturmadı şu alnım. Soğukta bekleyerim sevgisin ianlatan o adam. Ve sevilmediğini düşünmek için neden aramayan kadın. Çok bile pişmişiz. Yine buradayım işte. Sözde sürekli batıya doğru gidecektim. Doğu ormanlarında kel bir tanrı yaşıyormuş ve gün içinde üç kez uyanıyormuş dediler. İnandım. Tohtamışın sesi.


-

Pazar, Aralık 21, 2008

İnsan Hakları Üzerine Başyapıtlar

Sinema gibi, bireysel trajedilere ilişkin en “katı gerçekçi” öykülerden en “aklı havada” bilim-kurgu serüvenlerine kadar, izleyicisine her ne anlatırsa anlatsın anlattığı şeylerin merkezinde mutlaka “insan” ve “hayat” bulunan bir sanat dalı, istese bile “insan hakları” gibi çok önemli bir konu başlığını es geçemezdi.

Nitekim geçmedi de… Dahası, es geçmek şöyle dursun, belki de en değerli yapıtlarını bu alanda vererek, zaman içinde “endüstri ürünü” ve “kitlesel eğlence aracı” kimliğinden sıyrılıp adım adım gerçek bir sanat dalına dönüşmesini de yine “insan hakları” temalı filmlere borçludur sinema…

Sinema tarihi, film teknolojisinin belkemiği konumundaki ilk kaydedici ve gösterici cihazları icat eden Lumiere Kardeşler'in (ki bu hayâl gücü geniş adamların Fransızcada “ışık” anlamına gelen mânidar soyadları da aklıma her zaman “kader” olgusunu getiren müthiş bir ilahî ironidir) 28 Aralık 1895 tarihinde, Paris'teki Grand Cafe'nin bodrumunda düzenledikleri ilk biletli kısa film gösterileriyle başlar. Yani, 2008'e kadarki tarihsel süreçte, dünyanın dört köşesinde çekilmiş yüzbinlerce filmle bezeli bir 113 yıldan söz ediyoruz.

Mazlumder'deki dostlar, benden “insan hakları” temalı filmlerle ilgili olarak böyle bir yazı istediklerinde, geniş bir arşiv araştırması ve özenli bir seçme gerektiren bu türden bütün yazılarda olduğu gibi, içimi bir kez daha sıkıntı bastı. Bu da sinema yazısı hazırlamaktan dolayı değil, “klasikleşmiş filmlere karşı hakkaniyetli olma” çabasının doğurduğu bir sıkıntı duygusuydu aslında…

Sinema tarihi, “insan hakları” konulu filmler noktasında o kadar bereketli, o kadar muhteşem örneklerle dolu ki, bunlardan birini alıp üzerinde durduğunuzda ya da onu sınırlı sayıdaki bir seçkiye dahil ettiğinizde, ister istemez bir başkasına haksızlık etmiş oluyorsunuz. Bütün iyi filmlerin altalta sıralandığı gerçek bir arşiv taraması içinse hem çok uzun bir süre, hem de bu derginin en az yarısı kadar bir alana ihtiyaç var.

O yüzden, ben de bana ayrılan sayfaların boyutunu dikkate alarak, gözümde ve gönlümde en güçlü biçimde iz bırakmış filmlerden oluşan, dozunda bir arşiv gezisinin sonuçlarını paylaşmak istiyorum sizlerle…

Hakkını yememek lazım; Amerikan sineması bu sanat dalının kurucusu ve en güçlü temsilcisi olarak ürettiği filmlerde çoğu kez “faşizmin” dikâlâsını sergilediği gibi, canı istediğinde ya da yapım sermayesi vicdan sahibi bir yönetmenin eline geçtiğinde ise “insana dair öyküler”in en güzellerini anlatmakta hep bir başka mahir olmuştur. O yüzden, her seçki gibi bu seçkide de pastanın en iri dilimini ister istemez Hollywood'dan gelen filmler alıyor.

Amerikan sinemasının, 1776 yılında kurulan bu ülkede 232 yıldır Anayasal bir hak konumundaki “konuşma ve ifade özgürlüğü”nün doğal bir uzantısı olarak, sistem eleştirisi yapan filmler çekme noktasında dikkate değer bir başarısı var. Sistemle sorunları olanların ya da öfkeli muhaliflerin gazını almak gibi önemli bir rol üstlenen bu filmlerdeki özgürlükçü ton, kim ne derse dersin, ABD'nin dünya çapındaki büyüsünü de ayakta tutmaya çok ciddi katkılarda bulunuyor.

Sözgelimi, insan hakları temalı filmlerin dikkate değer bir alt kümesini oluşturan “mahkeme ve cezaevi dramaları”…

Bu daldaki hatıralarımı hallaç pamuğu gibi karıştırdığımda, aklıma hemen Fransız kürek mahkûmu Henry Charriere'nin -işlemediği bir suçtan dolayı- Fransız Guyanası'ndaki Şeytan Adası'nda çektiği çileleri anlatan o unutulmaz “Kelebek” (1973) geliyor. Ardından da bir mahkûmun elinde kalan son insanî değer olan “merhamet” duygusunu, hücresinin penceresinden içeri giren küçücük bir kuşa aksettirdiği “Alcatraz Kuşçusu” (1962)… Daha yakın tarihlerden ise İngiltere'deki ayrılıkçı IRA hareketinin merkezî otorite tarafından ne tür hukuksal facialar pahasına cezalandırıldığının çarpıcı bir dille gözler önüne serildiği, öyküsünü de gerçek bir olaydan alan “Babam İçin”i (1994) atlamamak gerekiyor.

“Mahkeme ve cezaevi dramları”nı beyazperdeye tarafsız bir gözle yansıtmakta son derece başarılı olan Hollywood, aynı özeleştiri kabiliyetini savaş filmleri, özellikle Vietnam Savaşı'nı anlatan filmlerde de pek çok kez göstermiştir. Amerikan halkının 'gerçekte bütün bir dünyanın) kollektif bilincinde kolay kolay kapanmayacak derinlikte yaralar açan Vietnam serüveni, daha doğrusu “intiharı”, özelikle 70'ler ve 80'lerde birbiri ardına pek çok savaş karşıtı filme konu oldu. 1976 yapımı “Eve Dönüş” ve 1989 yapımı “Savaş Günahları”, hemen aklıma gelen iki güzel örnek olarak sinema tarihi içinde ayrıcalıklı birer konuma sahipler. Öte yandan, 1'inci ve 2'nci dünya savaşları ve halen devam edegelen Irak işgali de sinema tarihine birbirinden değerli bazı “barışçıl” filmler kazandıran kanlı askerî deneyimler arasında yer almakta… Farklı tarihlerde İki kez çekilen “Batı Cephesinde Yeni Birşey Yok” (1930 ve 1979), usta yönetmen Stanley Kubrick'in sinemadaki doğuşunu müjdeleyen ve Fransa'da yıllar yılı yasaklı kalan “Zafer Yolları” (1957), daha yakınlardan ise Irak Savaşı'ndaki emperyalist hesapları bütün çıplaklığıyla gözler önüne seren yürek yakıcı Michael Moore belgeseli “Fahrenheit 9/11”, Brian de Palma'nın Amerikan askerleri tarafından Irak'ın işgali sırasında sergilenen vahşet ve ahlâksızlıkları anlattığı yarı-belgesel tarzdaki “Düzeltilmiş Bilgi” (2007) ve geçen yılın en önemli filmlerinden “Tanrının Vadisinde” de bu türün saygıya değer örnekleri arasında ilk anda aklıma gelenlerden yalnızca bir kaçı…

Öte yandan, Türk sineması da yakın geçmişinde, daha çok Yılmaz Güney adıyla birlikte anılan, “insan hakları” temalı pek çok önemli yapıta imza attı. Güney'in -1970 sonrası- olgunluk dönemi ürünleri arasında yer alan “Umut”, “Baba”, “Arkadaş”, “Sürü”, “Yol” ve “Duvar”, bazen doğrudan, bazen de dolaylı olarak hep insan hakları ana temasının çevresinde dönen senaryolara sahip filmlerdi. Bunların yanısıra, Tunç Okan'ın 1976'da çektiği ırkçılık karşıtı bir başyapıt olan “Otobüs”ü de anılan bağlamda çok değerli bir film olarak anmak gerekir.

Sinemacılar “insan hakları” üzerine filmler çekmeye giriştiklerinde, dünyanın o an içinde bulunduğu konjonktüre göre, kimi zaman “Vietnam”a, kimi zaman “Bosna”ya, kimi zaman da da “Güney Afrika Cumhuriyeti”ne merak sarmıştır. Bu ilginin, o bölgelerde yaşanan siyasal gelişmeler ve kıyımların yoğunluğuna göre kimi zaman da Raunda, Çin ya da Filistin'e kadar uzandığını görmekteyiz. Yani, nerede daha fazla kan ve gözyaşı varsa, sinema da objektiflerini ister istemez oraya doğru uzatıyor.

Bir de görece huzurlu bir gidişat içindeki toplumlarda sistemin içten içe çürümesini anlatan filmler var ki bunlarda da polis, asker, bürokrasi, hükümet ve devlet yönetimini oluşturanların aslında ne denli ürkütücü bir toplumsal çöküşün zeminini hazırladıklarına tanık oluyoruz. Yasadışı tutuklama ve yargısız infazlar; poliste, orduda ya da devlet idaresinde her türlü suistimal ve rüşvet olgusu, bu gibi filmlerin en gözde temaları arasında yer alıyor. Emniyet güçlerindeki çürümenin simge filmi olarak “Serpico”yu (1973) hatırlatırsak, orduda ahlâkî çürümenin en iyi anlatıldığı film olarak da akıllara hemen “Full Metal Jacket” (1987) gelir. Sinema tarihi boyunca “balık baştan kokar” atasözünün doğrulayıcısı konumundaki pek çok film de Washington'dan Nairobi'ye, Londra'dan Ankara'ya kadar, devlet idaresini ellerinde bulunduranların uçkuruna düşkünlük, para hırsı, insanına karşı hoyratlık ve yetki noktasındaki diğer her çeşit suistimallerinin o ülkeleri nasıl derin bir iç bunalıma sürüklediğini anlatmıştır izleyiciye. Bunlardan en ünlüleri arasında “Bay Smith Washington'a Gidiyor” (1939), “Filler ve Çimen” (2001), “Çıkış Yok” (1987), “Skandal” (1989) ve “Banka Soygunu”nu (2008) saymak mümkün…

Velhasıl, bu dosya öyle kolay kolay doyum noktasına erişmez. Çünkü, sinema sanatı, “gerçek hayat”ta olamasa bile en azından düşler evreni “beyazperde”de hainlerden, alçaklardan, ırkçılardan, zalimlerden, yaşadıkları toplumları maddî-manevî açıdan suistimal etmeyi kendisine iş edinmiş bilumum insanlık düşmanlarından intikam almayı -ne mutlu ki- pek seviyor. Bizler de insan haklarına ilişkin bu tür ahlâkçı öyküleri izlediğimizde rahatlıyor ve keyifleniyoruz; bir kötülüğün en azından perdede bile olsa cezasız kalmadığını görerek ruhlarımız huzur buluyor.

Bu da sinemanın yorgun/yıpranmış beyinleri tedavi edip zinde tutan çok yararlı bir yönü aslında…

O yüzden, bazı durumlarda bizzat en büyük kötülüklerin kaynağına dönüşmüş olsan da, namuslu sinemacıların ellerinde “kötülere ve kötülüklere karşı” iyi ki varsın sinema!

***

SAVAŞ KARŞITI 5 UNUTULMAZ FİLM:

1) ZAFER YOLLARI (Paths of Glory, 1957)
Yönetmen: Stanley Kubrick
2) ÖMER MUHTAR: ÇÖL ARSLANI (Lion of the Desert, 1981)
Yönetmen: Mustafa Akkad
3) SAVAŞ GÜNAHLARI (Casualties of War, 1989)
Yönetmen: Brian de Palma
4) PİYANİST (The Pianist, 2002)
Yönetmen: Roman Polanski
5) FAHRENHEIT 9/11 (Fahrenheit 9/11, 2004)
Yönetmen: Michael Moore

IRKÇILIK KARŞITI 5 UNUTULMAZ FİLM:

1) OTOBÜS (The Bus, 1976)
Yönetmen: Tunç Okan
1) AYRI BİR DÜNYA (A World Apart, 1988)
Yönetmen: Chris Menges
2) MISSIPPI YANIYOR (Missisippi Burning, 1988)
Yönetmen: Alan Parker
2) MALCOLM X (Malcolm X, 1992)
Yönetmen: Spike Lee
3) OTEL RUANDA (Hotel Rwanda, 2004)
Yönetmen: Terry George
YARGIDAKİ YANLIŞLIKLARI VE CEZA İNFAZ SİSTEMİNDEKİ ZALİMLİKLERİ ELEŞTİREN 5 UNUTULMAZ FİLM:

1) ALCATRAZ KUŞÇUSU (Birdman of Alcatraz, 1962)
Yönetmen: John Frankenheimer
2) KELEBEK (Papillon, 1973)
Yönetmen: Franklin J. Schaffner
3) BRUBAKER (Brubaker, 1980)
Yönetmen: Stuart Rosenberg
4) BABAM İÇİN (In the Name of the Father, 1994)
Yönetmen: Jim Sheridan
5) ESARETİN BEDELİ (Shawshank Redemption, 1994)
Yönetmen: Frank Darabont
ORDU VE POLİSTE YOZLAŞMA OLGUSUNU ELEŞTİREN 5 UNUTULMAZ FİLM:

1) DEDEKTİF SERPICO (Serpico, 1973)
Yönetmen: Sydney Lumet
2) MÜFREZE (Platoon, 1986)
Yönetmen: Oliver Stone
3) FULL METAL JACKET (Full Metal Jacket, 1987)
Yönetmen: Stanley Kubrick
4) POLİS MAHALLESİ (Copland, 1997)
Yönetmen: James Mangold
5) TANRI'NIN VADİSİNDE (In the Valley of Elah, 2007)
Yönetmen: Paul Haggis


--
Ali Murat Güven

Cumartesi, Aralık 20, 2008

En Derin Kesik

-

neye kaçtımsa olmadı hep onun sesi

duyduğum karın ağrısı giderek ağır ellerim buz

sarhoşluk verici içkilerden ve kadından sonra

yine çarpan bir etin en derin kesiği


ne aymaz bir sevgili ne yüzsüz bir günah

git dedikçe sırtıma sanki bir milyon dünya

kahkahalardan sonra nefessiz kalma hali

alnımı yere vurayım diye türlü belalar


annemin olanca saçında mı gizlendi bunca yıl

neden hep peşimde niçin hasret etmiyor biraz

her ayağım kaydığında bana bir göz süzüşü

yeter ulan! inatlarım hep ağlamakla bitiyor


eskimiş çamurlarından sonra bir anlık şevk

kaç gün doğuruyor bu hünerin iyi tarttın mı

bir mühendislik dehası olarak tüm becerebildiğin

annemi her istediğimde göremediğim bu hayat mı


seninle bir anlaşma yapmıştık suratıyla konuşma bana

an ne kadar ehil bir hesap işi olabilir ki


-

Pazar, Aralık 14, 2008

Deli Petro’nun Vasiyetnamesi


Deli Petro Ölümdöşşeğinde, Ivan Nikitich Nikitin

-
Taken From: The Herald of the Kingdom and Age to Come, Vol. 1, page 224
-
Bütün azizlerin ve bunlardan üçü ile tek sıfatta birleşmiş olanın adına, biz Petro, Rusların İmparatoru ve mutlak hâkimi, ahfadımıza tahtta haleflerimize ve Rus devleti hükûmetine bildiririz ki:

Kendisinin bize hayat ve taç sunduğu ve ilâhî lütfunu bizden esirgemeyerek, her zaman ve her işde bizi aydınlatan ve destekliyen ulu Tanrı bize hikmeti cismaniye ve ruhaniye vermiş, buna göre de, Rus milleti gelecekte Avrupa’nın efendisi olmak için seçilmiştir.

Biz bu fikri bir hakikat üzerine kuruyoruz; o da, Avrupa milletlerinin çoğunun ya kocamış ve çökmek üzere olan bir duruma gelmiş olması, veya bu duruma büyük adımlarla yaklaşmasıdır. Neticede, onlar, yeni milletin kuvvet bulması ve olgunlaşması tahakkuk edince, kolaylıkla ve mutlak surette, onun eline geçecekler.

Devraldığımız Rusya bir çaya benziyordu; biz onu şimdi ırmak halinde bırakıyoruz; bizim haleflerimize ise onu deniz haline getirmek kalıyor. Öyle ki, o fakirleşmiş Avrupa’yı yeniden verimli hale getirsin! Onun dalgaları, zayıf eller tarafından kendisine karşı kurulmuş olan bütün sedleri aşmalıdır, İşte onun içindir ki, biz, kendi haleflerimize aşağıdaki talimatnameyi bırakarak, onların dikkatlerini üzerine çekiyor ve onu her zaman gerçekleştirmeye davet ediyoruz:”

I. Rus ulusunu daima sürekli savaş halinde tutacaksın. Böylece asker, daima savaşa hazır ve bilenmiş olacak. Rus ulusunu ancak devletin maliyesini düzeltmek, yeni ordular kurmak ve saldırı için en uygun zamanı ayarlamak üzere dinlendireceksin. Ve böylece, Rusya’nın sürekli büyümesi ve refaha kavuşması için barışı savaşın, savaşı da barışın hizmetine vereceksin.

II. Bütün olanakları seferber ederek Avrupa’nın ileri uluslarından savaş sırasında en iyi kumandanları, barış sırasında da en büyük bilginleri buraya getirteceksin. Böylelikle Rus ulusunu, kendi öz yararlarından hiçbir şey yitirmeksizin, öbür ülkelerin avantajlarından yararlandıracaksın.

III. Avrupa’da olup biten bütün herşeyde senin de tuzun olsun. Hele Almanya konusunda, unutma! Çünkü o, sana en yakın olandır. Dolayısıyla da seni en yakın şekilde ilgilendirir.

IV. Sürekli kargaşalar yaratarak ve kıskançlıklar doğurarak böl Polonya’yı. Varşova’da iktidarı elinde tutanları altın pahasına da olsa satın al. Polonya krallarının seçiminde söz sahibi kal daima. Meclis’e kendi adamlarını sok ve onları, Rus askerlerinin oraya girmesi için kullan. Girmesi ve bir daha çıkmaması için... Buna komşu devletler karşı çıkacak olursa, aslan payından küçük parçalar vererek yatıştır onları. Verdiğini nasıl olsa geri alacaksın.

V. İsveç’ten ne mümkünse al. Ve onu boyunduruk altına sokmak için, sana saldırı da bulunması için sürekli kışkırt. Bunun için de Danimarka ile İsveç arasında sürekli ikilik yarat. Unutma ki zaten aralarında ikilik vardır.

VI. Oğullarına ve torunlarına daima Alman prensesleri seçeceksin. Bu, ortak çıkarlarımızı pekiştirmeye yaradığı gibi, Almanya’daki etkimizi arttırmaya da yarayacaktır.

VII. İngiltere ile özellikle ticaret konusunda ittifak kuracaksın. Çünkü onun bize, deniz gücünü beslemek bakımından büyük ihtiyacı vardır ve bu bakımdan, bizim deniz gücümüzün gelişmesine de yardımcı olabilir. Odun ve öbür ürünlerin karşılığında altın alacaksın ondan. Ayrıca da onun tüccarları ve gemicileriyle bizimkiler arasında sürekli ilişki kuracaksın ki bizim tüccarlarımızla denizcilerimiz de ticaret ve denizcilik alanlarında daha geniş bilgi kazansın.

VIII. Hiç vakit yitirmeksizin ve hiçbir güçlükten yılmaksızın kuzeyde Baltık denizi boyunca, güneyde de Karadeniz boyunca yayılmaya bakacaksın.

IX. İstanbul’a ve Hindistan’a yaklaşacaksın durmaksızın ve dinlenmeksizin. Bilesin ki bu iki ülke üzerinde egemenlik kurmak, bütün dünya üzerinde egemen olmak demektir. Dolayısıyla da bazan Türkü, bazan Acemi kışkırtıp birbirine düşüreceksin: Savaşsınlar durmadan, durmadan savaşsınlar ki soluk alamasınlar. Sen de bu arada gerek Karadeniz’de, gerekse Baltık denizi üzerinde tersaneler kur ve iyice hızlandır: Güneydeki İran körfezine kadar inmeye bak. Elinden gelirse Suriye’yi kullan ve Yakın Doğu ticaretini denetlemeye koyul. Böylece de Hindistan’a kadar uzan. Uzan, çünkü bütün dünyanın ambarıdır orası. Ve çünkü oraya sarktığın andan itibaren İngiliz altınından vazgeçebilirsin.

X. Avusturya ile ittifak ara, kur ve sürdür. Onun Almanya üzerindeki egemenlik iddialarını destekler görün ama el altından da oradaki prenslikleri merkeze karşı sürekli olarak kışkırt. Öyle ki bazan biri, bazan da öteki senden imdat istesin. Ve böylelikle sen, o ülke üzerinde gelecekteki egemenliğini hazırlayacak bir koruyucu durumuna gir.

XI. Avusturya hanedanını, Türkü Avrupa’dan def etmeye ikna et. Ve sen İstanbul’u fethetmeye giriştiğinde onda uyanacak kıskançlıkları ya Öbür büyük Avrupa devletlerinden biriyle onun arasında savaş çıkartarak ya da çok zorda kalırsan, fethin bir parçasını ona vererek yatıştır. Verdiğin parçayı ilk fırsatta geri almak üzere tabii.

XII. Macaristan’da, Türkiye’de ve Polonya’da dağınık bir halde yaşayan bütün Yunanlıları kendi çevrende toparla. Merkezi ol onların, desteği ol. Ve onlar üzerinde, aramızdaki din ortaklığını da ustaca kullanarak, üstünlük ve egemenlik kur: Unutma ki yarınki can düşmanlarının arasındaki gerçek dostların onlar olacaktır.

XIII. İsveç’i parçalayıp İran’ı dize getirip Polonya’yı boyunduruğun altına alıp Türkiye’yi fethedip, ordularını tek kumanda altında topladıktan sonra ve Baltık deniziyle Karadeniz’i ele geçirdikten sonra, alabildiğine gizli bir şekilde, önce Fransız sarayına, sonra da Viyana sarayına bütün Dünya İmparatorluğu’nu bölüşmeyi öner.

Eğer ikisinden biri bu önerini kabul ederse... ki birinden biri mutlaka kabul edecektir... Kabul eden taraftan, kabul etmeyen tarafı ezmek için yararlan: onların tutkularını okşayıp özsevilerini kamçılayarak yararlanacaksın elbette... Sonra da, ikisi arasında başlatacağın kırımdan yenerek çıkanı sen yenmeye hazırlan. Yeneceksindir: Çünkü bütün Yakın Doğu’nun ve bütün Avrupa’nın büyük bir kısmı zaten artık Rusya’nın elinde bulunmaktadır.

XIV. Eğer her ikisi de... Böyle şey katiyen olmaz ama... senin bu önerini reddedecek olursa, aralarında nifak çıkar; önceden hazırlamış ol bu nifak çıkarma olanağını ve onları biribirine kırdır. Onlar biribirleriyle savaşa tutuşup en zayıf düştükleri anda da üzerlerine çullan. Öyle ki: Bir yandan kara ordularınla Almanya’yı ezerken, öte yandan da hem Azov denizinden, hem de Arhangelsk’ten deniz ordularını Asyalı askerlerle de pekiştirip seferber et. Ve bunlar, Akdeniz’den Fransa’yı bastırsın, hem de Okyanus’ta Almanya’yı ve hemen ardından gene Fransa’yı...

İşte böylece bu iki ülkeyi yendiğin anda bütün Avrupa’nın geri kalan kısmı son derece kolaylıkla, adeta kendiliğinden ve hiç kan akıtmaksızın sana teslim olacaktır.

Ve Avrupa, ancak bu şekilde boyunduruk altına alınabilir.”

--

The Will of Peter The Great

In which he prescribes to his successors the course which they ought to follow,
in order to acquire universal dominion.

Taken From: The Herald of the Kingdom and Age to Come, Vol. 1, page 224

In the name of the most holy and indivisible Trinity, we, Peter the Great, unto all our descendants and successors to the throne and government of the Russian nation.

The All-Powerful, from whom we hold our life and our throne, after having revealed unto us his wishes and intentions, and after being our support, permits us to look upon Russia as called upon to establish her rule over all Europe. This idea is based upon the fact that all the nations of this portion of the globe are fast approaching a state of utter decrepitude.

From this it results that they can be easily conquered by a new race of people, when it has attained full power and strength. We look upon our invasion of the West and the East as a decree of Divine Providence, which has already once regenerated the Roman empire by an invasion of barbarians.

The emigration of men from the North is like the inundation of the Nile, which at certain seasons enriches with its waters the arid plains of Egypt. We found Russia a small rivulet, we leave it an immense river. Our successors will make of it an ocean, destined to fertilize the whole of Europe, if they know how to guide its waves. We leave them, then, the following instructions, which we earnestly recommend to their constant meditation:

1. To keep the Russian nation in constant warfare, in order always to have good soldiers. Peace must only be permitted to remit the finances. To recruit the army, choose the moment favourable for attack. Thus peace will advance your projects of war, and war those of peace, for obtaining the enlargement and prosperity of Russia.

2. Draw unto you, by all possible means, from the civilized nations of Europe, captains during war, and learned men during peace--so that Russia may benefit by the advantages of other nations.

3. Take care to mix in the affairs of all Europe, and in particular of Germany, which, being the nearest nation to you, deserves your chief attention.

4. Divide Poland, by raising up continual disorders and jealousies within its bosom. Gain over its rulers with gold; influence and corrupt the diet, in order to have a voice in the election of the kings. Make partizans and protect them; if neighboring powers raise objections and opposition, surmount the obstacles by stirring up discord within their countries.

5. Take all you can from Sweden; and, to effect this, isolate her from Denmark, and vice versa. Be careful to rouse their jealousy.

6. Marry Russian princes with German princesses; multiply these alliances; unite these interests; and, by the increase of our influence, attach Germany to our cause.

7. Seek the alliance with England, on account of our commerce, as being the country most useful for the development of our navy (merchants, &c.) and for the exchange of our produce against her gold; keep up continued communications with her merchants and sailors, so that ours may acquire experience in commerce and navigation.

8. Constantly extend yourselves along the shores of the Baltic and the borders of the Euxine [Black Sea].

9. Do all in your power in approach closely Constantinople and India. Remember that he who rules over these countries is the real sovereign of the world. Keep up continued wars with Turkey and with Persia [modern day Iran]. Establish dockyards in the Black Sea. Gradually obtain the command of this sea, as well as of the Baltic. This is necessary for the entire success of our projects. Hasten the fall of Persia. Open for yourselves a route towards the Persian Gulf. Re-establish, as much as possible, by means of Syria, the ancient commerce of the Levant, and thus advance towards India. Once there, you will not require English gold.

10. Carefully seek the alliance of Austria. Make her believe that you will second her in her projects for dominion over Germany, and secretly stir up the jealousy of other princes against her, and manage so that each be disposed to claim the assistance of Russia; and exercise over each a sort of protection, which will lead the way to future dominion over them.

11. Make Austria drive the Turks out of Europe, and neutralize her jealousy by offering to her a portion of your conquests, which you will further on take back.

12. Above all, recall around you the schismatic Greeks, who are spread over Hungary and Poland; become their centre and support -- as universal dominion over them, by a kind of sacerdotal rule (autocratic sacerdotal;) by this you will have many friends amongst your enemies.

13. Sweden dismembered, Persia conquered, Poland subjugated, Turkey beaten, our armies united, the Black and Baltic Seas guarded by our vessels, prepare separately and secretly, first the court of Versailles, then that of Vienna, to share the empire of the universe with Russia. If one accept, flatter her ambition and amour-propre, and make use of one to crush the other, by engaging them in war. The result cannot be doubtful; Russia will be possessed of the whole of the East, and of a great portion of Europe.

14. If, which is not probable, both should refuse the offer of Russia, raise a quarrel between them, and one which will ruin them both. Then Russia profiting by this decisive moment, will inundate Germany with the troops which she will have assembled beforehand. At the same time, two fleets full of soldiers will have the Baltic and the Black Sea--will advance along the Mediterranean and the Ocean, keeping France in check with one, and Germany with the other. And these two countries conquered, the remainder of the Europe will fall under our yoke.

Thus can Europe be subjugated.

Peter The Great -- 1672-1725, Emperor of Russia

Cumartesi, Aralık 13, 2008

7 Harika

Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm
Polanyi, K. (1944), The Great Transformation, Boston: Beacon Press, ch.10 [HC53 P76 Course Coll].


Max Weber, Protestan Ahlakı...
Hayek, Kölelik Yolu
M. Friedman, Kapitalizm ve Özgürlük
De Soto, Sermayenin Sırrı
Nurberg, Küresel Kapitalizmi Savunmak
Alber, Katılımcı ekonomi


-------